Monthly Archives: Mayıs 2012

Öyle Bir Geçer Zaman Ki’den çoook önce vardı Ennio Morricone!

Derinden, uzaklardan yaylıların heyecanlı, girift, hüzünlü bir masalı haber veren ninnisini duyarız sanki. Sonra Hagi’nin memleketlisi, pan flütüyle taş kalplileri bile ekmeklik hamur kıvamına getiren üstat Gheorghe Zamfir sazı eline alıp tüyler ürpertici “intro”suyla kanımızı çeker.

Ne olduğumuzu anlayamadan, tam alabora olacakken yaylılar ağırbaşlı bir şekilde devreye girer. Kalbimizin ince ayarları harap olmuştur artık. Zamfir delik deşik mi eder notalarla ruhumuzu, oya gibi mi işler, bunu çözemeyiz. Stephen King’in veya Paul Cleave’in manyak katilleri bile süt dökmüş kediye dönüşebilir bu ses cümbüşünde. Vurmalılar tatlı tatlı ensemize dokunup dokunup kaçarken, vokallerle birleşen kemanlar, viyolalar, kontrbaslar kanat takar omuzlarımıza. Zamfir tekrar alır sazını eline. Ruhunu üfler sanki ruhlarımıza. Kanatlarımıza üfler, yere düşüp de burnumuz, dizlerimiz kanamasın diye. Hassas adam, ince bestekâr. Hagi gibi “inceci” Romanya’nın gurur kaynağı. Üfler usul usul. Yaylılar alır götürür bizi içimizdeki o uçsuz bucaksız gezegene. Genzine leblebi tozu kaçmamışlar da ihmal edilmez elbette. Bir kaşık toz şeker, bir kaşık sarı leblebi tozu… Ne güzel güleriz ölecek halimize!


Üçü bir arada, aklınızı çelebildiler mi acaba?

Aylar önce, herkesin ailesinde rastlayabileceği “eski zaman kadını” tanımına uygun haliyle, kimi zaman bir lise öğretmeni gibi döpiyesiyle göründü ilkin gazetelerde. Daha sonra televizyon kanalları da keşfetti Canan Efendigil Karatay’ı.  Soyadını verdiği diyet kitabıyla batı tipi diyet listeleriyle gününü gün eden diyetisyenlerin tahtlarını fena halde salladı. Karatay Diyeti pek tuttu. Türkiye’ye özgü tariflerle kotarılmış, soru-cevap tekniğiyle de rahat bir okuma sunmasıyla beklentilerin üstünde bir satış rakamına ulaştı Karatay Diyeti. Pek çok erkeğin aklına Nefise Karatay geldiyse de yutkuna yutkuna Canan teyzemizin glisemik indeksi düşük gıdalarına tornistan ettiler.

Dukan Diyeti, Gİ Diyeti, Taş Devri Diyeti, Kozmik Deoks, 17 Gün Diyeti, Dönüşüm Diyeti vs. vs. Kan gruplarına göre diyet, göz rengine göre diyet derken şimdi de Alkali Diyet çıkmış! Fırsat bu fırsat! Ucuz pazarlama taktikleri… Bikini mevsimine ne kaldı şunun şurasında! Tutar mı? Başıboş gezen ceylan çoook!

Mevlânâ da sömürüldükçe sömürülen tasavvufî bir değerimizdir. Herkes kendi meşrebine göre yorumlamıştır Mesnevî’sindeki metaforik hikâyeleri. Hatta yorumun ötesine geçenler de olmuştur. Nevzat Bey de icra ettiği mesleğin bir terimini büyük üstadın yanına yerleştirip şansını denemek istemiştir. Tutar mı? Ben tutmam. Mesnevî’den aktardığı hikâyeleri günümüze adapte ederek “terapi”lemeye çalışıyor halkı. Bir nev’i hizmettir. Psikayatriste gidebilmek için vergi rekortmenleri listesine giremiyorsanız, bir dizi seansın bedelini ödemeniz epey zor olacaktır. Asgari ücretli ise çözümü çoktan buldu: Tribün terapi. Tribülansa girenler, karakolda ayna var mı, yok mu bilmiyorlar. El salla, el salla, MOBESE’ye el salla! Bu kitap da Mevlânâ rüzgârından faydalanma gayesini güden bir çalışmadır. Bir düşünün. Sinan Yağmur adlı bey de büyük mutasavvıf Mevlânâ sayesinde “en çok kazanan yazarlar” listesindedir. Esas Mevlânâ “uzmanı” Mrs. Shafak’tır antrparantez. Atın hepsini bir köşeye ve Şefik Can okuyun. Şefik Can candır!

Kırk Oda ile tanıdığım Murathan Mungan ise taşradan Unkapanı’na kaset çıkarmaya gelen piyanist-şantör edasıyla poz vermiş ya… Onu bu pozu vermeye ikna etmişler ya… Cidden hazin. Miles & Smiles kredi kartı pazarlamaya çalışan Mrs. Shafak’ın İskender pozu neyse bu da o indimde. Murathan Mungan, Mrs. Shafak’a nazaran “edebiyatçı”dır da… Bu poz… Hiç olmamış.


Allah Bela’mızı vermişti.

Tanburacı Osman Pehlivan ile Ankara Halkevi’nde gördüğünüz bu zarif, dal gibi adam (soldan üçüncü) ülkemizde halk müziği üzerine derlemeler yapmış Bela Bartok’tur. Macar halk ezgileriyle ağıtlarımız arasında bazı ezgi paralellikleri tespit eden Bela Bartok’a karnımız tok demeyenlerin varlığından emin olmak isterdim ama… Aması var da var!

Haa, bu arada Zinedine Zidane’ın memleketlisi, Cezayirli Warda da dünyamızı terk eyleyip gitti 17 Mayıs 2012’de. Lübnanlı Feyruz (“Fairuz” diye yazar ecnebiler) ile Mısırlı Ümmü Gülsüm (“Oum Khaltoum” diye yazarlar onun ismini de) ile Arap dünyasının öne çıkan, büyük kitleleri mest eden bu dev üçlüsü ruh dünyamızı zenginleştirmeye devam edecekler. 1935 doğumlu Feyruz’a Allah uzun ömürler nasip eylesin.

Ünlü bira üreticisi Heineken’in stratejistleri Lübnan’ın medâr-ı iftihârı Feyruz’dan mı ilham alıp alkolsüz malt içeceği Fayrouz’u piyasaya sürdüler acaba? “Müslüman içeceği olarak konumlandırmadık” deseler de Farsça “turkuaz” anlamına gelen Fayrouz’un Mısır’daki pazar payı %17’leri bulurken ve Mısır’ın Al-Ahrem Beverages şirketini bünyesine kattıktan sonra, insanın Bomonti birasını yiyeceği geliyor!


Yersen, yiyebilirsen!

Bomonti, 1933


“Ne diyor siz, ben anlamiyor.”

Hürriyet’in manşetlerini Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin kötülük jeneratörü Caroline mi atıyor? Yoksa bu manşetler kafadan mı atılıyor? Laurel ile Hardy’ye bayılan Osman’a bıraksalar bari Türkçe yazmayı. Osman kardeşimiz biraz zorlansa da böyle bir cümle kurmayacak ve bunu yılların gazetesine taşımayacak kadar Türkçe biliyordur muhtemelen.

Ben ve kulüp yargılanıyor? Ne diyor siz, ben anlamiyor? Yedi çam devirip yedi put yıkan, “Türkiye’nin en bam tellerinden yedisine fena halde” basan Ertuğrul Özkök beyefendi, bu manşetleri görmüyor mu?


Reklam meklam: Axess’ten bir ilk daha “CASH-PARA”

Akbank’ın “CASH-PARA” reklamına değineceğim affınıza mağrûren. Reklamı ilkin televizyonda seyrettim. Hayır, “izlemek” ile “seyretmek” aynı değildir. Kapadık parantezi. Kendi yaptığı kelime esprisine gülen “kahraman”a tebessüm ettim. Komikti.

Dün akşam da metroda karşıma çıktı “CASH-PARA”. İlanı görür görmez “atlı süvari” diye mırıldandım. Neyzen Tevfik ise şöyle demiş yıllar önce gürül gürül: Şimdi de kalmadı nakdin nazarımda kadri / Kirli ellerde görünce paradan iğrendim

Gelelim “cash” ile “nakit”in sözlük anlamlarına. Cash: Nakit, para, peşin para. Para: Devletçe bastırılan, üzerinde değeri yazılı kâğıt veya metalden ödeme aracı, nakit. Nakit: Para, akçe. Kullanılması hemen mümkün olan para, peşin para, likit. Elde bulunan geçerli para. Bir şeyi almak için verilen peşin para.

İngilizce-Türkçe kırması bir “isim çalışması” için kaç saat “beyin fırtınası” yapıldı acaba? Kaç tane kül tablası doldu da boşaltıldı kim bilir! Atılan taşlar ürkütülen kurbağalara değdi mi? Issız acun kaldı mı? Burcu Esmersoy acaba hangi markaya “yüz” oldu? Hele hele ilandaki papağana ne demeli! Amélie, diyenleri duyabiliyorum. Bu papağan esprisini -potansiyel- tüketicilerden kaç kişi anlayabilir? Hedef kitle/niz televizyon reklamlarını/zı seyretmediyse, büyük ihtimalle, mealen şöyle diyecektir: Papağan ne abi ya!

Televizyon reklamında, “zeki” bir papağanın gagasını okşayan “kahraman”ın, “Neydi? Gaga!” esprisini bulma sürecinden haberdar olmayan -potansiyel- kitleye “CASH-PARA” ilanlarındaki papağan ne ifade edebilir? “Advertising plan”, “creative strategy”, “media strategy”, “tag line” bu papağanı izaha yeter mi? Bence yetmez ama… “Evet” demeyeceğim. AIDA uygulandı buna hacı, denilebilir ama bu da yetmez.

“CASH-PARA” ilanı bağımsız bir iş gibi ele alınarak televizyon reklamını herkesin seyrettiği yanılgısından, ön kabulünden uzakta hazırlanıp “metin-görsel” bağlantısı dikkate alınmalıydı. O kadar takılmayın yazdıklarıma. Son tahlilde, “sokaktaki adam”lardan birinin fikridir bu yazılanlar. Bakın keyfinize.


Canına yandığımının dünyası!

Gün batmış o mâhtan eser yok
Bin peyk gelir fakat haber yok

Lüsyen Hanım’ın biriciği Abdülhak Hâmit Tarhan böyle buyurur. Farsça bir kelimedir “peyk”. Haberci demektir. “Peyk-i felek”ten (“göklerin habercisi”) “uydu”ya sağlam bir geçiş yapılmıştır. Birine bağlı bulunandır (kişi/devlet/müessese) “peyk”.

“Soğuk sandeviç” jenerasyonu, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne bağlı ülkelere “peyk” adı verildiğini işitmemişlerdir muhtemelen. Bu kelimeyi şimdilerde hatırlayan da “peyk” kalmadı maalesef. Zaten güzelim Türkçemiz “Öz Türkçeciler”in azimli çalışmalarıyla unutulmuş, unutturulmuş kelimeler mezarlığına dönüştürüldü. Oysa “radyo” da Türkçeydi, “imkân” da… Olanaklı, olasılıklı, yanıtlı, kanıtlı Türkçede diretmek anlamsızdı. Bunu anlayamadık. Haybeye inatlaştık.

“Peyk” dedim de… 1989’da CCCP kısaltmasının formalarına işlendiği efsanevî Sovyetler Birliği Basketbol Takımı’nın Arvydas Sabonis, Alexander Volkov, Šarūnas Marčiulionis, Valdemaras Chomičius, Valery Tikhonenko beşlisi aklıma düşüverdi. Rakiplerini ezip geçiyorlardı. Ne “glasnost” ne “perestroyka”… Yoktu ortalıkta. Ertan Yüce vardı sadece. Genizden gelen hırıltılı ses tonuyla anlatırdı basketbol maçlarını. “Hukşat”larla, “cemşat”larla coştukça coşardı bir nesil! Sahi, Ertan Yüce nerededir? Bu arada Güneş Tecelli, nerede tecelli ediyor acep şimdilerde?

2M’lik bir Migros’un girişinde, “Dünya’nın En Uzun İnsanı Sultan KÖSEN” sözünün yer aldığı dev bir “cut out”la burun buruna geldim de… Zaman içinde yolculuk yapmak güzel şey Mr. Epping!

Söz konusu işin yaratıcıları için: Dünya’nın uydusu aydır. Dünyanın en uzun insanı da 2,51’lik boyuyla Sultan Kösen’dir.


Kristal Elma, Türkçe Bahaneleri No: 16

Birkaç gün önce elektronik posta kutuma Kristal Elma’nın bu güzide “iletişim çalışması” düşünce, Koca Ragıp Paşa’nın o meşhur sözü de benim içime düştü.

Miyān-i güft ü gūda bed-meniş iham eder kubhun
Şecā’at arzederken merd kıbtî sirkatin söyler

Koca Ragıp Paşa’nın kimilerince “ayrımcılık” yaptığı için eleştirilen, yerden yere vurulan bu meşhur sözünü “Mert çingene hırsızlığıyla övünür.” diye kısaca söylemek mümkün. Bu Twitter, Facebook ahalisi içindi. Hamuru bozuk, kötü huylu biri farkında olmadan ahlaksızlığını, kötülüğünü açık eder. Tıpkı mert çingenenin cesaretini, yürekli oluşunu anlatmak isterken hırsızlıklarını söylediği gibi. Bu da okumaya geniş mi geniş vakit ayıranlar içindi.

Al gülüm, ver gülüm tahterevallisindeki Kristal Elma şekerlemelerinde, “Molyer”in (rahmetli İlhan Selçuk da “Vaşington” yazardı) Scapin’in Dolapları pek gözde diye söylenegeliyor mu sanki reklam sektöründe? Elin ağzı torba değil, büzülemiyor. Geçelim. Kristal Elma toto oynayasım var ama yazasım yok. Tıpkı “rakımız var, içesim yok” gibi!

“Her sene aynı şey kardeşim; jüride adamın olmadan, olmuyor.” yazanlar, “Hayattan rengi alın, geri neyi kalır ki” yazanlarla ve bu kabız ifadeye gıkını çıkarmayanlarla aynı kaba defihâcet eylemektedirler. Türkçemiz ikilemeler bakımından cennettir. Tabii ki güle oynaya kullanmasını bilene… İkilemeleri, deyimleri adamakıllı kullanamayan reklam yazarları, “yaratıcılık” illetinden, neon ışıklı fiyakasından yakasını bir an evvel sıyırıp işlerini ciddiye almalılar vakit geçirmeden. Kim ne derse desin, bu böyle. Hatta Reşit İmrahor eşittir Mustafa Irgat, Ahmet Güntan ve İzzet Yasar! O kadar öyle! Konudan uzaklar için: “Yaşar” değil, “Yasar”.

Söz konusu ifade şöyle yazılabilirdi: “Her sene aynı şey kardeşim, jüride adamın olmayınca olmuyor.” Nispeten daha az rahatsız edici bir ifade. Ne var ki, asıl gollük pas “Ayşe Bali Başkanlığı’nda” terkibinde. “Terkip” kelimesini hayatlarında ilk kez duyanlar “ucube” ile “garabet”i kullanmakta hürdür. “Ayşe Bali Başkanlığı” isimli bir müessese mi varmış Kristal Elma bünyesinde? Vay benim köse sakalım! Top doksanda sayın okurlar, her ne kadar bu kanlı, irinli cangılın cangıl cungul dünyasında “Sarbi” olsak da…

Kristal Elma’nın tarihçesinde, “kristal-elma-ok” üçlüsünün “kristal”inin imledikleri “Kristal; temizliği, saydamlığı, netliği simgeliyor. Gerek mesajınız, gerekse onu taşıyan ortam bu temizlikte, bu netlikte ve bu saydamlıkta olmalı…” diye yazıya dökülmüş ama “Ayşe Bali başkanlığında” yazamayan bir organizasyonun attığı ok, dünya kadar elmaya isabet etse ne yazar!

Gökten üç çürük elma düşmüş! Biri Kristal Elma’nın, biri yaratıcı reklam yazarlarının, biri de Türkçenin başına…


“Aşk, yoksulluk ve öksürük”

Genç kız ve sevgilisi plajda elleri kenetlenmiş bir halde güneşleniyorlarmış. Erkek yattığı yerden hafifçe doğrulup kıza, seni çok seviyorum, demiş. Kız, gözlerini sevgilisinin gözlerinden aşağılara doğru kaydırıp cevaplamış: Görüyorum.

Neredeyse bir aydan beri yakamı bırakmayan kuru öksürüğümü geçirmek için şurup, hap peşinde koşturup ıhlamurundan ballı çörek otu karışımına varana dek çare arayıp dururken, 1974’te “Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm” adlı 45’likleriyle “Anadolu Rock” türünün önemli örneklerinden birini müzik tarihimize armağan eden Ersen ve Dadaşlar’a doğru bir zaman tüneli inşa ediverdim birdenbire karşıma çıkan Sinecod’un bu sevimli reklamını görünce.

İşe gidip gelirken ve işyerinde öksürüğümü saklamak ne mümkün! Hoş, domuz gribi modası da yok çok şükür! Ancak millet yine de kıl kapıyor tabii haliyle, ciğerlerinin sökülmesine ramak kalmışçasına böğüren, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi debelenen bir âdemi görünce. Bitkisel tedaviler, şuruplar falan derken “kabul edilebilir” sınırlar içinde öksüre öksüre hayatımı idame ettiriyorum şimdilerde.

Aşk, yoksulluk, öksürük ve ölüm… Sobeee!