“Bûy-ı gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu / Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana”
Nedîm’in (1681-1730) ruhu şâd olsun. “Sızmak, damlamak”tan Arapça “katr” ve “damıtma, imbikten geçirme” anlamı taşıyan “taktîr” ile “hal ve koşul” bildiren “takdirde”yi şaşmaz bir azimle karıştıranlardan biri de Marketing Türkiye’nin (15 Ekim 2012) yazarı Ali Saydam. Ali Bey’e gelene kadar o kadar çok ünlü yazar, akademisyen ve reklamcı var ki.. (Hıncal Uluç noktalamasının vazgeçilmez aksesuarıdır “..”, bir kullanayım dedim.) O da sanırım bu “taktirde” furyasından etkilenmiş olmalı.
Luis Buñuel filminden bir kare gibi duruyor ama bu “sahne” arama motorlarına “aykırı müteahhit” yazıp duranların ilgi odağı haline gelen, düpedüz kötü reklam oyunculuğuyla da ünlenen Ali Ağaoğlu’nun dikmeyi planladığı dev konserve kutularına ev sahipliği yapan İstanbul’un hızla çürüyen semti Maslak’tan başka bir yer değil.
Marketing Türkiye’de de tam sayfa ilanını gördüm “Marka Doktoru”nun. Söz konusu ilanda ana görsel bir steteskop idi. Kalp şekli de verilmiş. (Bkz. “Ayrıl da gel!”, 15 Kasım 2012) “Art”istik atraksiyonlar had safhada yani. Bir de “MARKA”nın “R”sini daire içine almışlar. Bilirsiniz, “esinlenme” illeti denen bir hastalık var. Allah esirgeye! Ancak şu aşamada yapacak bir şey yok. Ümitsiz bir vak’a. Doktorumuzun web sitesine göz gezdirmekten de alamadım kendimi. Alttaki fotoğrafa bakınca “Marka Doktoru”muzun yoğun bakımda can çekiştiğini göreceksiniz. Türkçeyi pervasızca ezip geçen, katleden, yazdığını okumayan “uzman kadro”nun ve “Marka Doktoru”nun Allah taksiratını affetsin.
Bernardo Bertolucci’nin 1972 tarihli “Last Tango in Paris” (“Paris’te Son Tango”) filmini seyreden erkeklerin “fantaaazi”lerini süsleyen o ünlü “tereyağı” sahnesinden belleklerine nakşolan “haz nesnesi” Maria Schneider’den başka hangi isimler vardır bilemem ama bana “Paris’te Son Tango”dan miras kalan isimlerden biri Bertolucci’nin görüntü yönetmeni Vittorio Storaro (“Sheltering Sky”, “The Last Emperor”, “La Luna”) ise diğeri de filmin müziklerini besteleyen 1934 doğumlu Arjantinli caz müzisyeni Gato Barbieri’dir.
Carla Bley, Dollar Brand (Abdullah İbrahim), Don Cherry, Charlie Haden, Gary Burton gibi önemli müzisyenlerle de çalışan Gato Barbieri’yi Atatürk Oto Sanayi Vodafone İstasyonu’ndan gün yüzüne çıkıp da Doğuş Power Center’a doğru yürüdüğümde hatırlamadan yapamam.
İşe yetişme telaşındaki mavi ve beyaz yakalıların imdadına, köşe başlarına konuşlanmış el arabalarında kahvaltılık sandviçler hazırlayanlar yetişir İstanbul’da. Bunlardan biri bahsettiğim güzergâhta tezgâh açan “GATOWICH Tadı Adında Gizli” tabelalı sandviççidir. Bu sabah, Gato Barbieri’nin hatırına “etsiz” bir sandviç yaptırdım. Lezzeti yerinde (“dehşet”, “çok başarılı” diyenler de var), hijyene özen gösterme gayreti taşıyan Gatowich’in eski kaşar, Ezine beyaz peyniri ve İzmir tulumundan mamul sandviçine acılı ezme, Nutella, Rus salatası, kırmızı biberli yeşil zeytin gibi tatlandırıcılar da ekletmeniz mümkün. Gato Yılmaz’ın her müşterisine gösterdiği nazik, mütebessim yaklaşımı ise günümüz İstanbul’unda esnaftan görmeye alışık olmadığımız ayrı bir şıklık.
“Cinsel dürtüleri azdıran, ahlak dışı, müstehcen” olduğu gerekçesiyle sansürlenen “Paris’te Son Tango” ancak 1987’de “sansürsüz” gösterilebilmişti. Bertolucci’nin filme çektiği “sanatsal cila”yı, 70’lerde hayatının baharındaki, toy M. Schneider’e olan “her şey sanat için” tahakkümünü falan deşmek bu yazının işi değil. Şu kadarını yazayım: 1975’te Michelengelo Antonioni, “Passenger”ıyla (“Yolcu”) Schneider’in “Paris’te Son Tango”nun çekimlerinde incinen ruhuna biraz olsun merhem oldu. Kalçalarını değil, oyunculuğunu konuşturmasını isteyen Antonioni’nin “Yolcu”suyla filmografisine hatırı sayılır bir iş ekledi.
Çok yaşa sen Gato Barbieri ve dinince dinlen Maria Schneider.
Merak eden olmaz ama yazayım: Söz konusu ilan Marketing Türkiye’de (Sayı 254, 15 Ekim 2012) çıkmıştır. Sorumuz çok basit: Bir sözcüğü “bitişik” ve “ayrı” yazmanın sebebi ne olabilir?
Ciğerchi, Taxim, Derwish, My Moon, Mydonose vs. vs. Türkçeyi İngilizceleştirip (?!) bir yerlere isim koyma modası bitecek gibi değil.
Doğuş Yayın Grubu’nun hem zengin hem de “estet” yanı gelişmiş burjuva sınıfı (memleketimizde dört başı mâmur “burjuva sınıfı” yok ama olsun) için yayın hakkını aldığı “Lüks Stil Dergisi” Robb Report’un Ekim 2012 sayısında tesadüf ettiğim ilan müstemleke ruhunu ihya ediyor gibiydi.
“Klark”ın bile soyadı “Kent” iken bu züppeliğin ev satışlarını arttıracağına olan inanç da ayrı bir mesele tabii.
Hafta sonu Kabalcı’daydım. Kitap rafları arasında gezindim ağır ağır. Aklımı çelenlerin kapaklarını fotoğrafladım. Birkaç dergi satın aldım. Biri ebat değişikliğine gidip iyice Bütün Dünya’ya benzeyen Ayraç, diğeri de Ömer Aksay’ın upuzuuun şiirlerinin yer aldığı Hece.
Hece’nin bu ayki kapak konusu “Yazarlar ve Klâsikleri”. Melih Cevdet Anday’ın fi tarihinde melaen söylediği “Türkiye’de klasik yoktur”unu hatırladım. Sağ/İslamî cenahın münevverleri kendi klasiklerini anlatmışlar. Dergide “Genç Şair: Ne Onunla Ne De Onsuz” söyleşisi de okunabilir. Otuz beş yaş sınırı koyan kitap-lık var değil mi edebiyat dünyamızda? Yeni yetme şair, genç şair, orta yaşlı şair, yaşlı şair, kart papaz şair, gözü toprağa bakan şair… Allah şiiri ve şairi kompartımanlara ayırma hastalarından korusun!
Hepsini bir kenara koyup ne zamandan beri değinmek istediğim bir noktayı belirteyim. Derginin künyesinin dibinde “Gelen yazılar yayınlansa da yayınlanmasa da geri verilmez. İlkelerimize uymayan ilânlar alınmaz.” yazıyor. O “ilkeler”in içeriğine dair pek çok spekülatif fikir ileri sürülebilir. Bu dipnotu okuyunca kitap-lık’ın “yaş sınırı” ilkesini hatırladım ister istemez.
Elif Kavakçı’nın ilanı “kabul” edilip Zeki Başeskioğlu’nunki “red” mi olunacak? Bu değil ise nedir? O ilkeler acaba nasıl derlenir? Ömer Aksay’ın bu muğlak (sic) ilkelere dair upuzuuun (kısa da olur) bir şiir yazmasını isterdim doğrusu. Unutmadan… Hece’nin “özel sayı”larını kaçırmam, o ayrı mesele.
Doğuş Grubu’nun “erkek dergisi” GQ’nun erkek milletine yönelik bakışını ve dizayn ettiği “gecelerin adamı”nın “olmazsa olmaz”larını sıralayalım: 1- Ayakkabı. 2- Tişört. 3- Prezervatif. 4- Cüzdan. 5- Saat. 6- Parfüm. 7- Jean pantolon. 8- Deodorant. Yuvarlak bir hesapla 4.000 liradan fazla para dökmek gerekiyor bunlara.
Holdinglerin orta-üst düzey yöneticilerine, parayı nereye harcağına karar vermekte zorlanan sonradan görmelere, galerici, müteahhit babalarının parasını yiyenlere üstünkörü hazırlanmış bir kılavuz deyip geçiyorum. Bu listede dikkatimi çeken nokta ise şu: Listede okunacak bir “şey” yok! Okunacak bir “şey” olmadığı gibi, yazı yazmayı sağlayacak “klas” bir kalem de yok!
Hiç değilse Henry Miller’in Yengeç Dönencesi veya Sexus-Plexsus-Nexsus’u 9. madde olarak listeye eklenseydi. Türkiye’de köklü, adam gibi bir “burjuva sınıfı” boy atsaydı, Montblanc Meisterstück 149 da 10. madde olarak alırdı yerini. “GQ erkeği”nin Fatih Altaylı’dan, Murat Bardakçı’dan ve Mehmet Şevket Eygi’den neyi eksik? Hiç mi estetik kaygıları yok? Ayrıca 810 ABD doları “GQ erkeği”ne vız gelir! Gitsinler de Montblanc Gaius Maecenas alsınlar demiyorum!
Mevzu hava atmak ise pantolon cebinden taşan cep (?!) telefonları, estetikten nasiplenmemiş nal gibi kol saatleri bir kenara bırakılmalı, Montblanc şıklığıyla hava atma aşamasına geçilmelidir tez vakitte!