Reklam yazarlarının ve reklamcıyım diyen herkesin elinin altında bulunması gereken çalışmalardan biri Vural Sözer’in “Çobansalatası” adlı yazım kılavuzudur. Hazırladığı atasözleri sözlüğüne seçtiği ad da “Baba Tatlısı”. Kendisini gıyâben tanırım. Hazırladığı deyimler sözlüğüne Dil Haşlama adını verdiğine göre dünya tatlısı biri olmalı. Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu ile Ana Yazım Kılavuzu da el altında tutulması gereken pusulalardan elbette. Bu kaynakların, basın-yayın kuruluşları başta olmak üzere, kamu kuruluşları ile özel sektörün büyüklü küçüklü tüm şirketlerine ve Türkçe sevdalılarının hayatını cehenneme çeviren garibim tabelacılara da sevabına dağıtılması gerekiyor. Türkçenin nefes borusuna habire leblebi atıp duran haylazlara çekidüzen vermek gerekiyor artık. Bu kılavuz kitaplara ek olarak; İngilizce-Türkçe, Osmanlıca-Türkçe sözlükler de sevabına dağıtılmalıdır bahsettiğim kamu ve özel sektör kuruluşlarına…
Türkçenin ve dahi yabancı kelimelerin büyük bir gevşeklik, sorumsuzluk, özensizlik içinde kullanılması (daha doğrusu kullanılamaması), Güngören’de bombalı bir saldırıda can veren onlarca kişinin bedenleri soğumamışken, patlamanın olduğu yerde yayın yapan televizyon kanalının sunucusunun sağından solundan monitöre el sallayanları ne kadar ilgilendirir acaba?
Futbolla ve kim, kiminle, nerede, ne yaptı “haberleriyle” aydınlatılan vatandaşlarımızın Türkçenin yerle bir edilmesine olan ilgisi ne düzeydedir acaba? Bir spiker Şampiyonlar Ligi’nde ülkemizi temsil eden takımlarımızdan birinin istatistik bilgilerini verirken şu cümleyi kurduğunda kaç kişi çıldıracak gibi oluyor? Cümle şu: İki galibiyet, üç yenilgi elde etti. “Yenilgi elde etmek” öyle mi?! Pes!
Bu satırları yazarken derin bir umutsuzluk içinde kulaç attığımı ve yorulduğumu hissediyorum. Sonu gelmeyecek bir umutsuzluğa düşüyorum sanki. Bu duygudan sıyrılmak istesem de ülkemizdeki “popüler kültür”ün beyinleri, ruhları silindir gibi dümdüz ettiğini görüyorum. Bu çabamı, Türkçemizi temize çekme (Mrk. Murathan Mungan, Yaz Geçer-Yalnız Bir Opera-) savaşında göğsünü siper eden değerli dil uzmanlarımızın silahlarının bakımını yapmak olarak görüyorum. Bir önemlidir. Bu slogana inanmasak ellerimizi göbeğimizin üstünde bağlardık. Ellerimiz… Yazdığımız, konuştuğumuz Türkçenin yakasına yapışan kanlı, kirli elleri Türkçenin tertemiz yakasından alaşağı etmek için bıkmadan usanmadan bu savaşta silahların bakımını yapacak ellerimiz…
Yahya Kemal’in “kökü mâzide olan âtiyim” sözünü kalbimin üzerinde taşıyorum. Bu yüzden olsa gerek, Yağmur Atsız’ın bazı görüşlerini kendime yakın buluyor olabilirim. Şöyle yazıyor Yağmur Atsız: “Türkçe’ye yıllardır bir kaos hâkim. Kelime sayısı artmak şöyle dursun, azalıyor. 250-300 kelimeyle konuşup onları da yanlış yazar olduk. Yanlışlarda bile ısrarlı değiliz. Sekiz on yılda bir yanlışı bir başka yanlışla değiştiriyoruz. “Abdülhak Hamid” yerine “aptilakamit” ve “Orhan Veli” yerine “oramveli” yazana rastladım!!! Bütün bunlar artık canıma tak dediği için yıllardır eski klasik imla kurallarımıza göre yazıyor ve sirkonfleksleri -düzeltme işareti- son haddine kadar kullanıyorum ki telaffuz bozuklukları biraz olsun giderilsin… (…) Bugün tedavülden kalkmış gibi gözüken kelimeleri kullanmamın sebebi ise dilimizi, Türkolog Otto Jastrow’un dediği gibi “iki boyutlu bir göçebe lehçesi” olmakdan kurtarmak.” Katılırsınız ya da katılmazsınız ama bu da bir görüş. Dediğim gibi, çoğu zaman bu görüşe yakın buluyorum kendimi. Ağdalı bir dilin yazılıp konuşulması için bayraktarlık yapmak değil niyetim.
Şu örneği vererek derdimi anlatabileceğimi umuyorum. “Anı” sözcüğü ile “hâtıra” kelimesi arasındaki tını, kulakta ve kalpte oluşturduğu etki aynı mı? “Hâtıra” Arapça diye “anı”da diretilmesini ve bunda ısrarcı olunmasını anlamakta güçlük çekiyorum. “Rastlantı” ile “tesadüf” aynı lezzeti barındırıyor mu? Sahi, “tevafuk”u göreniniz oldu mu? Sözcükleri dışlamayı demokratik bulmuyorum doğrusu. Dilimizin zenginliğidir bu sözcükler. “Kelimeler” yazınca “muhafazakâr” oluyoruz da “sözcükler” yazınca ulusal dil bilincine sahip “ilerici” mi oluyoruz?! Etiketleme ve “ötekileştirme” hastalığından yıllar yılı az mı çektik!
Neredeyse aydan aya yazım kurallarının değiştiği, değiştirildiği bir süreçte buluyoruz kendimizi. Türkçe Off’ta (1) “p, ç, t, k” ünsüzlerine ek getirildiğinde nasıl yazılacağı konusunda Füsun Akatlı’yla görüş birliğine varamaz Feyza Hepçilingirler ve “‘yumuşama’ kuralına göre ‘b, c, d, g/ğ’ ünsüzlerine dönüşür” der. Füsun Akatlı ise “hukuğu, tazyiği, tahriği, teşviği” yazımına şiddetle karşı çıkarak görüşünü şu şekilde temellendirir: (…) “Eğer İstanbul Türkçesi konuşulan bir yerde yetişmişsek, anamızın-babamızın-komşumuzun dilinde bu sözcüklerin doğru takılandırılışını okuyarak, işiterek büyüdük. Acaba örneklendirdiği sözcüklerle aynı kurala tâbi olması gereken ‘merak’ sözcüğü karşısında nasıl düşünecek yazar? ‘Benim bilimkurguya hiç merağım yoktur’ mu diyecek örneğin? ‘Merağının kurbanı oldu’ mu diyecek? Kuru gramer kitaplarından değil, şiirlerden öğrendik dilimizi. İnsanlarımız zahmet edip de doğrusunu öğrenemeyecekler diye, niçin biz ‘camisi, bayisi, mevzusu, mısrası’ demeye ve böyle işitmeye katlanacakmışız! Cehalete bu kadar da prim verilmez ki.” der haklı bir isyan içinde.
Öte yandan Yağmur Atsız da bu düşüncenin izinde şunları yazıyor: “Gerçekden medeni milletler imla konusunda son derecede titiz ve muhafazakârdırlar. Bir örnek: Dünya Edebiyatı’nın en büyük şairlerinden François Villon 1431 (yahut 32) yılında doğmuş 1463’te esrarengiz biçimde kaybolmuşdur. Yaklaşık 550 yıl öncesinin insanı… ‘Büyük Vasiyetname’ adlı şaheseri şöyle başlar: ‘Yaşım otuz, yemediğim herze kalmadı.’ Villon’un yazdığı şekli: ‘En l’an de mon trentiesme aage / Que toute mes hontes j’eus beues. ‘Bugünkü imlası: ‘En l’an de mon trentieme age / Que toute mes honte j’ai bu.’ Biz 1928’de koskoca alfabemizi değiştirdik. Ama lütfen artık her hafta imlamızı da değiştirmeyelim.”
Arapça kökenli kelimelerin “-i, -e” durum eki aldığında nasıl yazılacağı konusunda tartışma bitmemiştir, bitecek gibi de değildir. İki farklı görüşün savunucularından Füsun Akatlı’ya yakın duruyorum. Temel dilbilgisi yönünden, maalesef, donanımlı olmayan müşterinize bu “hassas” konuyu nasıl anlatacaksınız? Şu kadarını söylemek gerekiyor yine de. “Cami, sanayi, bayi, mısra” gibi bu Arapça kelimeler “-i, -e” hal eki aldıklarında “y” ve “s” kaynaştırma ünsüzü kullanılmadan “camii, sanayi, bayii, mısraı” biçiminde yazılır ve okunur. Füsun Akatlı’nın insanlarımızın zahmete katlanıp doğrusunu öğrenmeye teşvik eden yaklaşımının, her türlü bilgiyi hap halinde almaya alıştırılmış insanlarımızca uygulanacağını düşünemiyorum ne yazık ki!
Çetin Altan üstadın kulaklarını çınlatarak şunu söylemek isterim. Yılda kişi başına düşen diş macunu tüketimi gelişmiş ülkelerdeki düzeye çıkamadıktan sonra Cuma’ları camiye gider, Moda’daki gazete bayisinden de Marketing Türkiye’yi satın almaya devam ederiz!
Kadıköy-Pendik hattında çalışan minibüslerin camına iliştirilen kare şeklindeki beyaz plastik levhalarda ne yazıyor gördünüz mü? Söyleyeyim: “Pendiğe gider”.
FAX, TAXI & SEX Espassız Sayıklamalar