AŞKLARDA
Kor san sen
Korsan sevişmelerinizin
Sönmüş sözlerini
Yanıyor san hâlâ
O günahkâr ateş
Çaldığınız cehennemden
Sabaha erdi çoktan
Hazinesini birbirinizin
Yağmaladığınız geceler
Çünkü aşklar da biter
İsmail Uyaroğlu, 1989
AŞKLARDA
Kor san sen
Korsan sevişmelerinizin
Sönmüş sözlerini
Yanıyor san hâlâ
O günahkâr ateş
Çaldığınız cehennemden
Sabaha erdi çoktan
Hazinesini birbirinizin
Yağmaladığınız geceler
Çünkü aşklar da biter
İsmail Uyaroğlu, 1989
* Dikkat! İşbu yazı 3.572 karakter barındırmaktadır.
21 Mart 2014 tarihinde, Moda Sahnesi’ndeki The Secret Trio konserini, ellerindeki irikıyım cep telefonlarının flaşlarıyla sabote edenleri şiddetle kınayarak sözlerime başlamak istiyorum.
Bu sözde entel dantel takımının kapalı mekânda konser izleme kültüründen nasipsizliği had safhadaydı. Hatta hadsizlik birkaç kulaçtı! Saç uzatıp kulağa çelik veya gümüş küpe takarak, bileğine deri bileklikleri sarıp sarmalayarak ve “second hand” kıyafetleri koyu güneş gözlükleriyle kombinlemekle entelektüel olunabileceğini zannedenlerin hiç de azımsanmayacak bir sayıda olduğu The Secret Trio konserindeki görgüsüzlükler, hamlıklar konseri bütün hücreleriyle yudumlamak için gelen has müzik tutkunlarını çileden çıkardı.
Şarkıların (Tamer Pınarbaşı “şarkı” demekteydi) bitimlerinde peyderpey salona alınan seyircilerin cep telefonlarının fenerleriyle yer arama ve oturma seanslarından sonra, eserlerin icraı sırasında flaşla fotoğraf çekmeleri, parmak şıklatmaları, parçanın temposuna göre ayak sallamaları enstrümanlarıyla hemhal olan sanatkârların ruhsal coşkusuna ortak olmaya çalışan gerçek müzikseverler için katlanılması zor bir tecrübeydi. Birkaç kez ikaz edilen entel dantel takımının inadına (evet, yanlış okumadınız, inadına) sürdürdükleri bu tür nezaketsizliklere katlanabilmek gerçekten zordu.
Konsere verilen arada, bu tür ender bulunur konserleri kaçırmayan Sevin Okyay’ın yanında aldım soluğu. Söyleyeceklerimi sıraya koymakta güçlük çeke çeke, hangi gazetede bu konsere dair izlenimlerini yazacaksa, kapalı mekânda konser seyretme kültüründen nasiplenmemiş bu görgüsüzlere de değinmesini rica ettim, hatta yalvardım. Kendisi de konser esnasında sık sık açılıp kontrol edilen cep telefonu kılıklı çam yarması aletlerden şikâyetçiydi. Bu tür hamlıklardan kurtulabilmek için en ön sırada oturmak çözümlerin başında geliyor, tıpkı Sevin Okyay’ın yaptığı gibi.
Bir, bilemediniz bir buçuk saat sürecek bir konserde cep telefonuna bakmadan duramıyorsan… Gelme! Geliyorsan da verilen arada kontrol et cep telefonunu! Üstelik o cihazların her türlü sesli ve yazılı “not alma” marifetleri varken… “Check-in” de yapmayıverin konserin ortasında! Foursquare’niz batsın!
CRR’de ilk on dakika, o da flaşsız fotoğraf çekimine izin verilir. Moda Sahnesi’nin akustiği orta karar salonunda bu yönde bir ikaz yapılmadı. Konsere verilen arada, salonun ilgilisine flaşlı görgüsüzlere ne gibi bir önlem aldıklarını veya alacaklarını sorduğumda aldığım cevap şu oldu: Maalesef çok anons yaptık (daha önceki konserleri kastediyor), çok ikaz ettik ama önleyemedik, insanlar ben buradayım diye kendilerini göstermeyi seviyorlar, haklısınız, doğru söylüyorsunuz.
The Secret Trio konserine gelenlerin belli bir altyapıya, donanıma sahip olduğunu varsaymak hatalı bir kanaat midir? Demet Akalın konseri mi bu? Tamer Pınarbaşı’nın kanun solosunda parmak şıklatmak ne demek? Ben bilmiyor muyum, “Slide Dance”de tempo tutmayı! Adamlar sazlarıyla sevişiyorlar handiyse ve sen de ne kadar iyi bir kulağa sahip olduğunu ilan etmek istercesine Arto Boyaciyan havalarında güya “şarkı”ya eşlik ediyorsun oturduğum sandalyeyi sallayarak…
Ara Dinkjian’ı ta Night Ark’ın Pictures (1986) albümünden beri dinleyip Thomas Chapin’in Radius’undan (1990), Nana Simopoulos’un Wings & Air’ine (1992) varana dek takip eden bir âdem o dingin, o ruhanî atmosferi zedelememek için elini kolunu zaptederken, birçok sonradan görme entel bozuntusunun güzelim konseri sabote etmesine, sağı solu patlak egosunu Egos’la parlatmaya çalışmasına suspus kalacak değilim.
Soundscapes albümündeki “şarkı”ların capcanlı performansını dünya gözüyle görmek, Ara Dinkjian’ın Tamer Pınarbaşı’yla olan paslaşmalarına tanık olmak, Tamer Pınarbaşı’nın mütevazı, nerdeyse utangaç “şarkı” anonslarını duymak, İsmail Lumanovski’nin kıvrak klarnetiyle bozlak ile blues’u bir potoda (Ruhun şâd olsun Şiar Yalçın) eriten solosunun tam ortasında nefes almak ama nefes vermeye çekinmek… Ah, bir de Seido Salifoski olsaydı…
Sözüm olsun: The Secret Trio’yu Woodstock Invitatianol’da seyredeceğim. Sanatçıya ve seyirciye saygıda kusur etmeyenlerin doldurduğu bir mekânda…
Finansbank’ın emeklilere üç beş yüz liralık kıyağını duyurduğu (Dip nottaki şartları okuyan bulmacacı emekliler kalp sektesinden gidebilir.) TV reklamlarının “billboard” uyarlamalarına tesadüf ettim birkaç gün önce. “Brain storming” neticesinde ulaşılan nokta şu: Emekliler ellerine sarı gövdeli bir BİC tükenmez kalem alır ve yakın gözlükleriyle sabahtan akşama bulmaca çözer.
Güldür Güldür ekibinde Doğa Rutkay’ın (Not: Babasının ismi Aziz, soyadı da Rutkay’dır.) canlandırdığı “Profesör Gurme Dedektif Yeter Canlı” tiplemesi şöyle konuşuyor: Detaylar Bilâl, detaylar… Şimdi mesela bir kanı alöörüm ve tadöörüm, DNA’sını çözööorüm, inanabiliöör müsün? Katil her zaman kötü bir insan ölmayabiliööör…
Bizim Yeter Canlı’mız bu reklama yakından baksaydı, şunları derdi eminim: Bilöör müsün Bilâl, detaylar çok mühim. Mesela, o tükenmez kalem… O kalemi kullanööör bir emekli ama bulmacanın karelerine keçeli bir kalemin kalın yazı karakteri çıkabiliööör, bilmem bunu fark edebiliyööör müsün? Keçeli kalem ile tükenmez kalemin yazı kalınlığı aynı olmööör… Detaylar Bilâl, detaylar…
Öncelikle yatırım kararı alıp postu serdiğiniz memleketin dilini adam gibi yazmasını bilen bir reklam ajansıyla çalışma prensibini edinin, daha sonra kelime oyunlarına tevessül edersiniz!
“Burgerlarımız” nece yahu? “Börgır” okuyup Türkçe ek mi getiriyorsunuz? Ağzımı bozmamak için kendimi nasıl tuttuğumu bir ben, bir de Allah bilir. “Allah (CC)” yazdığımda, reklam sektöründen bir çalışan, bu hassasiyetime bakıp anlamadıktan sonra, “Abi, ‘karbon kopi’nin orada ne işi var, anlamadım.” demişti. Bu sektör böyle has bir sektör işte sevgili iletişim fakülteli arkadaşlarım, ayağınızı denk alın.
“Boğazı Geçiyor” ne peki? “Boğaz”, yani Avrupa’dan Asya’ya geçiş… Ona gönderme ama “Boğaz’ı” yazacak kafayı ara ki bulsun Aki Kaurismäki!
Şimdi “body”ye (bunu “body’e” diyen yazanlar aramızdalar > They Live) bakalım. “Boğaz’ı” geçme esprisi “body”de bütün zavallılığıyla ortaya çıkmış. Olmuş mu size “boğazı”! Bir de bizim millî yiyeceğimiz olduğunu düşündüğüm “hot doglarımız” var ki, işte tam bu noktada nirvanaya ulaşıyoruz millî birlik ve beraberlik içinde. A iki gözüm, “hot doglarımız” diye nasıl yazarsın? Hiç mi için, o tatlı beynin (kadayıfa evrildiğini zannediyorum bu organın) sızlamaz bu ucube sözü yazarken? Hiç mi Türkçe eğitimi almadın çocuğum? Sen kimsin, randevu versem benimle pide arası döner yer misin?
“Burgerlarımız”, metinde birdenbire “hamburgerlerimiz” oluvermiş niyeyse! Daha başlıkta, “börgırlarımız” diye okuyup “Burgerlarımız” yazıyordunuz, başınıza Smirnoff mu düştü, hayrola?
Boğazımı ağrıttınız vallahi, şu pespaye “billboard”unuzda kullanmaya çalışıp da elinize yüzünüze bulaştırdığınız Türkçe benzeri lisanınızla! Boğaz’da oturan halam ise hâlâ sizin gibilerden ümidi kesmeyeceğini söyleyip duruyor, ona haftada bir uğradığımda. Çengelköy’de ikamet ediyor kendisi. Onunla aynı fikirde olmayı ne çok isterdim oysa.
Hamburgerleriniz de bi’ matah olsa bari! İstinye Park’taki mekânınıza gidip ürünlerinizi “deneyimleyen” birkaç reklamcı arkadaşımın yalancısıyım. “Farkındalık” yaratıyormuş mekânınız. O kelimede ben bir “alık” gördüm ama herhalde dün gece kanepede üstüm açık uyumuş olacağım. Neyse. Parana yazık, gitmeye değmez merkezinde birleşti yorumlar. Kullandığınız Türkçe az buçuk ortanın üstünde olsaydı, belki bir müşteri “deneyimlemesiyle” şereflenecektiniz; fakat “bir”i küçümsemeyin, beni ve ardımdan sürüklediğim binlerce potansiyel müşteriyi daha baştan kaybettiniz. Yok yahu, endişeye mahal yok; şaka tabii. Ne binleri, yirmi bir kişi topu topu…
Haydi, hayırlı “hambörgır”lar olsun! Türkçe mi? Onun zaten dibi tutmuş, hot dog’larınızın içi hiç olmazsa iyi pişmiş olsun!
Yeni Ay, Sıla Gençoğlu’nun yeni albümünün ismi. Bu albümünün, benim için, tekrar tekrar dinlenilesi şarkısı ise “Yabancı”. Başka bir deyişle, İmza albümünün “Yoruldum”una kardeş geldi. O da ne matkap gibi parçadır ha! Delin kalbimizi Sıla Hanım, delin gitsin! Yeni bir hit (Herkesin İlk Tercihi) daha armağan etmiş pop müziğimize, Sıla Gençoğlu. “Yabancı”nın 2014’te bir veya birkaç ödül alacağını an itibariyle tarihe not düşüyorum. Ağzınıza sağlık Sıla Hanım, başka ne diyebilirim? Parti kursa delege olacakların, kredi çekse kefil olacakların arasına tereddüt etmeden girebileceğimi yazdırıyorsunuz ya, pes yani size Sıla Hanım. Makyajın yakıştığı nadir kadınlardan oluşunuz da ayrı bir hadise zaten. “Yabancı”nın altına bırakılan yorumlardan en vurucusu, en sempatiği ise şöyle: Bu kadının şarkılarını dinleyince âşık olasım geliyor. Çok fena, hem de çok fena yerinde bir tespit maalesef.
Adamı âşık edecek şarkıların can acıtıcı müsebbibi. Hele o “ağır abla” tarzı yok mu, adamı gebertiyor. Gece gibi, bulutlanmış rakı kadehlerinin vakur kavalyesi Sıla Hanım’ın gönülleri hallaç pamuğu gibi atan sesiyle katmerlenen “Yabancı”nın âşık ediciliği had safhada gezinirken, “Yabancı”nın ilk 4 saniyesinin Fransız yönetmen Claude Lelouch’un, 1966 tarihli o ünlü filmi “Un Homme et Une Femme“in (“Bir Kadın Bir Erkek“) Francis Lai elinden çıkmış bestesine benzemesi de ayrı bir güzellik oldu benim açımdan. Yo, laf arasında “intihal”i ima edip bir kılçık atmıyorum adamı sersemleten “Yabancı”ya. Sadece o 4 saniyelik (hatta 3,5 saniye) kısacık girişte gözümün önünden güzeller güzeli Anouk Aimee ile otuzlu yaşların keyfini süren Jean-Louis Trintignat geçti, hepsi bu. Bir fırsatını bulursanız filmi muhakkak seyredin.
Şimdi haykırma sırası:
Göre göre hata da yaptım, pişmanlığım çok,
Bile bile aldattım da, aldandığım çok.
Durumlar böyle, yabancı,
Sendeki dertse, al benden de aynı.
Dar kafes hayat cancağızım,
Söz, kor ateş yanarsın,
Zaman merhem ama beyhude.
Kim ne derse desin Murat Bardakçı “gazeteci” olmanın ötesinde iyi bir “tarihçi”dir. En azından birçok akademisyenden daha çok eser ortaya koymuş, “tarihin arka odası”na kandil tutmuştur. Çalışkan, sebatkâr bir araştırmacıdır. Zehir gibi bir hafızaya sahiptir, ezberi kuvvetlidir, sıkı bir arşivcidir, sağlam bir müzik bilgisi vardır, Selahattin Tanur’dan el almış ve ortanın üstünde (kimileri bunu tartışabilir, mahzuru yok) tanbur çalmaktadır vs. vs.
Yaşı tutanlar bilir, zât-ı âlileri Hür FM’de bir de radyo programı yapardı. Bülent Aksoy’u, Ersu Pekin’i de konuk ettiği o programlar tadından yenmez cinsindendi. Abdülhalim Hafız’ı ilk kez orada duymuştum. Seur Marie Keyrouz’u da… Kendilerinden “müzikte intihal” konusu üzerine şöyle 4-5 saatlik bir “Tarihin Arka Odası” beklemekteyim.
Murat Bardakçı’nın TV programlarında sıkça dile getirdiği bir husus vardır: Kültürel çürüme ve bunun Türkçeye yansıması. E-posta okumayı ve “algısı kıt” kimi seyircilerin Vikipedi kaynaklı bilgileriyle kendisine saldırılması karşısındaki hali tavrı ise beni pek neşelendirir. Hele hele Şahbaba, Fener Beylerine Türk Şarkıları, Son Osmanlılar, Sultani Besteler, Maragalı Abdülkadir, Neslişah, Refik Bey, Osmanlı’da Seks kitaplarını yazan birini, internetten kopyaladıkları bilgilerle (?) faka bastırmayı düşünenlerle olan didişmesi beni en az Cem Yılmaz’ın gösterisini ön sıralardan seyrediyormuşum gibi eğlendirir.
Türkçenin doğru kullanımına büyük önem atfeder kendileri. Hele bir programında “atama bekleyen tarih öğretmenlerine niçin destek olmuyorsunuz” mealinde gelen e-postadaki -de/-da eklerindeki özensizliği ve Türkçesindeki bozukluğu görünce ağzından köpükler saça saça ve gözlerini belerte belerte bir zıvanadan çıkışı vardı ki… Aman Allah! O anlarda zevkten dört köşe değil, altıgen oluyorum! Kendilerine gençlerin diliyle söylersek, “yüzde bin beş yüz” katılıyorum. Tarih öğretmenleri de, Türkçe öğretmenleri de iş e-posta yazmaya gelince itina ne ki, yoğurt mu, demeye başlıyorlar. Hatta “ihtimam” kelimesini kullanayım. Hayatın her alanında ihtimam göstermeliyiz: Sevgilimize, eşimize, çocuğumuza, sosyal medya arkadaşımıza, işimize, saksıdaki çiçeğimize, kedimize, kendimize…
Dişlerinizin arasına sıkışmış siyah zeytin kabuğuyla geziniyor musunuz ortalıkta? Ağzınız sarımsak koka koka mı öpüyorsunuz sevdiğinizi? Eee? İş yazıya, Türkçeye gelince bu özensizlik bu sallapatilik, bu boşvermişlik niçin? Murat Bardakçı, doğru dürüst Türkçe yazamayan tarih öğretmenlerine verip veriştirirken elâleme talkın verip kendisi bakalım salkım mı yutuyor, biraz da ona bakalım. Hoş, kendileri “çoğul” kipinde yazmayı/konuşmayı sevmez ama bu da bizim kusurumuz olsun.
12 Mart 2014 tarihli ve “Abdülhamid, Naziler, Atatürk ve 2014’e uzanan bir muamma” başlıklı yazısının üç buçuk (3,5) satırlık girişinde tam tamına beş (5) adet Türkçe hatası yaparak rekor kırmış bulunuyor kendileri maalesef. Hem bu kadar Türkçe sevdalısı olacaksın hem de 3,5 satırda 5 tane hata yapacaksın! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu, demekten kendimi alamıyorum. Çok şaşırtıcı bir durum bu. Kendi yazdığını kontrol etmiyor mu acaba Murat Bey? Yazdığını bir “musahhih” gözden geçirmiyor mu? Neleroluyororalarda?
Hatalar mı? Şunlar: kasımdan, bu yana, her gün, bir iki, yer aldı. “Nakit para” da affolunmaz cinsinden hani! “Hemen” kullanımı da hatalı ve bu maalesef iyice yerleşti dilimize. “… hemen her gün çıkan bir haber” değil, “… hemen hemen her gün çıkan bir haber” olarak yazılmalıydı. “Hemen” ile “hemen hemen” aynı mânâya gelmez. “Femen” mi, o başka bir yazının konusu. İkilemelere kıymayın efendiler!
Kaan Ertem’in “Öğreten Adam”ını çok severdim. Ne zamandır Penguen menguen, Uykusuz muykusuz, Leman meman satın almıyorum bayilerden; ajansta otlakçılık yapıyorum. Kadıköy-Beşiktaş vapuruna binmeyi bıraktığımdan beri bu böyle. Türkçenin sallapati kullanımı, giderek “piç” bir lisana dönüşmesi, ruhunu, rengini, tadını tuzunu kaybetmesi benim de dengemi kaybetmeme yol açtı. Delirmiyorum artık, oldum resmen delirium! Hasbelkader önce fakir kitabımda, daha sonra bu mecrada ve Facebook-RYD/Türkçe Bilgisi’nde yıllarca hem çalıp hem de söyledim. Zerre kabilinden bir etkim olduğunu gördüm, Türkçenin doğru dürüst kullanımına dair. Hiç yoktan iyidir demek acı ama öyle.
Hayatın hayhuyu içinde Türkçe ve Türkçenin kullanımına gösterilmesi gereken hassasiyet, öncelikler listesinde ilk 10’a giremiyor. Ev, araba, paralı bir eş gibi kriterlerden sıra Türkçeye gelemiyor. İşi doğru, temiz, derli toplu Türkçe kullanmak olan meslek erbabı da elle gelen düğün bayram zihniyetiyle bırakın Türkçeyi nüanslarıyla kullanmayı, Türkçenin temel kurallarını dahi eze çiğneye sağa sola fışkırtır oldu artık. Hele gazeteler, hele hele gazeteciler… Gazeteciler ile reklamcılar el ele tribünlere!
12 Mart 2014 tarihli Haber Türk adlı gazetenin bir haber başlığı bu: Boşanan annesiyle korumasını öldürdü. Biri, boşanan annesiyle birlik olmuş ve korumasını öldürmüş… mü? Dikkatinizi “annesiyle” kelimesine verin. Oradaki “ile” bağlaç mı, yoksa edat mı? Bağlaç olan “ile”yi ayrı yazmaya dikkat edenlere Martin Eden hediye eden yok tabii! Edat olan “ile”nin ise kendinden önce gelen kelimeye kaynaştırılmasına özen gösterenlere Özen Film’den %10 indirim de yok maalesef!
Daha önceki bir yazımda, bu “ile” mevzuuna parmak basmış ve pratik bir yöntem göstermiştim: “İle”nin olduğu yere “ve” koyup bakın; anlam bozulmuyorsa bağlaçtır, anlam bozuluyorsa zaten hiç senin olmamıştır! Deneyelim: Boşanan annesi ve korumasını öldürdü.
Koskoca Haber Türk ve koskoca Haber Türk’ün kadrosunda, Tarihin Arka Odası’nda “atanma bekleyen öğretmenler”in e-posta yazarken kullandığı bozuk Türkçeye, berbat imlâya demediğini bırakmayan bir Murat Bardakçı varken, bu özensiz haber başlığı hiç mi hiç yakışık almamış doğrusu. Tencerenin dibi tutmuş ki ne tutmuş! Of, şimdi dinlemek vardı Tangerine Dream! Kahrolsun kafiyeler ve onun yılmaz savunucuları raklemcılar! Sizi şimdi, bu herif bunu niçin “eğik” yazmış, acaba ne gibi bir cinlik yapmaya çalışmış, alt metin teraneleriyle Enis Batur’sal sallara bindirip ta Paris’lere kadar götürmeye gönlüm elvermez. A. Alvarez, tabii ki “el vermez” değil. Şu isim yeter zannımca. Bkz. Erol Batislam.
Söz konusu gazetenin bu haber için atacağı başlığın nasıl olması gerektiğini yazıp bu çok bilmiş, az pişmiş (sakın ola, “çok bilmiş ve fakat az pişmiş” yazmadım diye “entel” üsluptan taviz verdiğimi düşünmeyin; o “ve fakat” beni değil de Türkçeyi bozar) yazıya bir nihayet vereyim: Boşanan annesi ile korumasını öldürdü. Bu başlıkta da bir “ek” hatası var esasen, biraz daha nüans pertavsızıyla bakarsak başlığa. Çok uzattım, keseyim. Ben şu başlığı atardım: Boşanan annesini ve korumasını öldürdü.
İşe varmadan önceki son durağım Maslak – Atatürk Oto Sanayi Sitesi Vodafone İstasyonu. Ürün yerleştirmenin kralı! Paran varsa…
Yürüyen merdivenlerin yardımıyla emanet bedenimi caddeye atar atmaz soluğu Gatowich’te aldığımı bilen biliyor. Hem sizin sandviççiniz, “Gato Barbieri dinlemeye devam mı?” diye soruyor mu? Bir aile teşebbüsü Gatowich: Ana-baba-çocuk. Kızları sandviçimi hazırlamaya başlamadan evvel içerik yoklaması yapar her dâim. Ancak bu kez tek tek kahvaltılık malzemeleri belirtmek istemedim. Aramızda şu konuşma cereyan etti.
– Nasıl olsun?
– Hepsinden…
Şaşırdı.
– Nutella, zeytin ezmesi, salam, acı sos, turşu?
– Evet, hepsinden. Hayat gibi…