Monthly Archives: Ocak 2019
Kaynakçasız “M. Kemal” kitabı yazarsan böyle olur işte!
Kaş yapayım derken göz çıkarmaktasın Yılmaz Özdil! Bunu hâlâ görmüyor musun? Metin Uca’nın, Her Tuzluğum Var Diyene Hıyarla Yetişemedim kitabını hatırladım, “tarihçi” Mustafa Armağan’ın sorgusuz sualsiz atladığı malzemeye dair Twitter’da yazdıklarını okuyunca.
Acar tarihçimiz M. Armağan, Yılmaz Özdil’in, çocuklar için yazdığı Mustafa Kemal Atatürk ve Sofra adlı kitapçığında geçen sözlere tahta kılıcıyla saldırıya geçmiş. Yahu insan Mustafa Kemal hakkında detaylarla (?) dolu kitap yazar da nasıl olur tek bir kaynak kitap göstermez, pes doğrusu! Tarih seni affetmeyecek Yılmaz Özdil! Soner Ağın ağabey, bi’ şey desene ta oralardan Yılmaz kardeşe, o müritlerinin sevgisiyle kutsanmış bir derviş edasına bürünüyor günden güne ve bu çok hazin.
Gazi Mustafa Kemal, kavrulmuş leblebi severmiş, ki bu doğru. Hatta havaya atar, ağzıyla yakalamaya çalışırmış! Bu meçhul işte. Leblebiyi sevdiğine dair kaynaklar mevcut; fakat havaya atıp ağzıyla yakalamaya çalıştığına dair “kaynak” kim(ler)dir? Bu yok. Var ise bu detay bilgi, ona dair kaynak göstermek gerekmez mi? Bu ayrıntıyı veren bir kaynak kitabı bulup okusak fena mı olurdu Yılmaz Bey? Sözcü gazetesine fıkra yazmıyorsunuz ki! İnsan ilaç için bir kaynak gösterir de meraklı çocuklar gidip o kitaplardan belki Şevket Süreyya Aydemir’e falan köprü kurar… dı. Bir çuval inciri berbat ettiniz! El âleme çok kötü malzeme verdiniz.

M. Armağan’ın üslubu çirkin, bu ayrı bir husus. “Safsata” dedikleri de “safsata” değil, bir liderin ruh dünyasına ışık tutacak bu kabil hoş teferruatları kim merak etmez ki! Kılıç Ali’nin ve Gazi’nin aşçılarının kuru fasulyeyi sevdiğine dair beyanları var ne de olsa. M. Armağan adlı “tarihçi” sıfatlı birinin şehvetle, hiçbir araştırma yapmadan saldırıya geçmesi “taraf” olduğu zihniyet yapısı düşünüldüğünde anlaşılır bir şey, bu da tamam, tamam da… Tamam olmayan o devâsâ şey Yılmaz Özdil’in KAY-NAK-ÇA-SIZ “M. Kemal” kitabı yazma cür’eti, umursamazlığı, ciddiyetsizliği, düşüncesizliği… İşte buna tahammül edemiyorum. Hele hele o acınası yazım yanlışları da bir anıt (!) gibi her baskıda kaya gibi yerinde durmuyor mu hafakanlar basıyor!
“Masum değiliz hiçbirimiz!”
* Bu yazıda ürün yerleştirme bulunmaktadır. Hesabımda bir kuruş bulunmamaktadır.
İçtiğim çorbalara müdahale etmeye başlayan sakalım, ayrana benden önce hamle eden bıyığım evde de iş yerinde de dikkatleri üzerinde topluyordu. Hele hele sakalımın rengi hususunda sık sık karşılaştığım “beybaba” takılmalarına, “Biz bu sakalı değirmende ağartmadık!” cevabını vermekten de fazlasıyla sıkılmıştım artık. Kararımı verdim: Tiz kesile!
“Made in Italy” etiketli Omega tıraş fırçamı, Arko Sensitive Tıraş Kremi’ni ve King Camp Gillette’in ruhunu şâd ede ede Rusya’da imal edilmiş, yaprak yaprak süzülen Gillette tıraş bıçağımı “Alaman malı” Mühle R89’a özene bezene yerleştirdim. Sıcak suyla ıslattığım tıraş fırçama tıraş kremimi sıktım. Minik daireler çize çize porsuk kılından mamul fırçamı yüzümde gezdirmeye başladım. Oh, mis! Hatta misk ü amber ve dahi Amber Rose! Yüzümdeki kıllar yumuşamaya başladı birkaç dakika sonra. Mühle R89’un sapını usulca kavrayıp önce boyun bölgesinde usulca gezintiye çıkardım yatağana özenen devşirme padişahı. Ardından yanak ve favori bölgesine uzandım sakin sakin. Bir sağ, bir de sol… Hiç naz niyaz etmeden terk etmeye başladı kıllar yüzümü. Yüreğimde çağıldıyor tabii Azam Ali: “Beni Beni”
Perdah üstüne perdah… Rez Abbasi geldi aklıma: “Panjub”. “Pat Metheny Duyduk” diyen Önder Focan’ın da es geçmeyeceği bir gitarist Pakistanlı Rez Abbasi. Pat Metheny de methediyormuş zaten Rez Abbasi’yi. Tekrar köpüklere boğdum suratımı. Kıllardan arınmış bir yüzde Christopher Dean misali kaymaya başladı namussuz yaprak Gillette… Cırt cırt sesleri bu kadar mı senfonik olur! Asu Maralman der ki: “Olur olur, bal gibi olur”. Aynadaki aksime baktım. O aksi suratlı halimden eser kalmamıştı, demeyi isterdim ama eser miktarda bir aksilik hüküm sürüyordu Proraso’nun sandal ağacı özlü “after shave” losyonunda…
Sakal tıraşının kreması olarak gördüğüm banyo kelimesinin etimolojisini kıvrak bir bel çalımıyla es geçip Komili’nin Anadolu Kaplıcaları serisinden Haymana Duş Jeli’ne yumuldum küvetimde. Gözeneklerim, gözüm gönlüm… Açıldı hepsi, pir ü pak! Bir GQ erkeği ve dahi Mirgün Cabas eğer bu markaları kullandığımı duysa kazara… Kınanmaktan korksaydık Kınar Hanımın Denizleri’ne girer miydik hiç?
Ferahlamış, bahar bayramı coşkusu içindeki yüzümün neşesi ruhuma nüfuz etmekte gecikmedi, nüfusuma aldım anında, gel kardeşim, sen de gel! Creative EP-630’un kulaklıklarını, kulağımın zarlarına tasallut eden acemi müezzinlerin sabâ makamına ihanetlerini unutmak istercesine tatlı kaşığı formundan hallice kulaklarıma yerleştirdikten sonra, Liberetto’suyla aklımı başımdan alan Lars’ın (yok, bu “entel porno” üstadı olan değil), yani Lars Danielsson’un emrine uydum. “Party On The Planet” ile ayaklarım yerden kesildi, “Ahdes Theme” ile yeryüzüne indim. Gittim geldim, geldim gittim. Med ü cezir içindeydi cezerye yemiş ruhum! Ah, sizi gidi Nymphomaniac seyircileri… Evet, bir çeşit sevişme… Müziğin orgazmını yabana atmayın ki bavul yavrusu imitasyon çantalarda Kürk Mantolu Madonna’nın yanı sıra Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun da kadri kıymeti biline iyice kendimize “yaban”cılaşmadan.
Kredi kartlarımın borcunu ödememi sağlayan iş yerime adım atmaya ramak kala dudaklarımdan şu sözler döküldü: Eller günahkâr, diller günahkâr, masum değiliz hiçbirimiz. Sakalımı budayan ellerim? Haydaaa! Sezen Aksu’nun popüler üç beş şarkısını yarım yamalak bilirdim. Bir de masa arkadaşımın sayesinde artık başından sonuna kadar söyleyebileceğim sekiz veya on adet “Sezen şarkısı” biliyorum. Sağ olsun, var olsun; “Adı Bende Saklı”. Yiannis Karalis’in, evet, bunu da biliyorum.
“Yaralı”yla kanıma giren “Sezen şarkıları” kervanına bu sabah da “Masum Değiliz” eklendi. “Masum değiliz hiçbirimiz” deyip duruyordum masama oturana kadar. Masum değiliz. Bilhassa “Yalnızlık sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna/Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık her şeye/Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan” sözleri…
Anneler! Hayatımızın kılavuz kaptanları… Onları anlamak büyük hadise! Kadınları yani… Ve “İçindeki çocuğa sarıl/Sana insanı anlatır” saptaması… “Saplama” diyenler varsa o mekânı hemen terk ediniz. Klişe gelse de içimizdeki çocuğa sımsıkı sarılalım. Varsın, bırak bu çocuksu romantizmi, desinler! Varsın “duygu kasıyorsun” desinler! Varsın, Alain Badiou nerede, desinler! Bir balonla, plastik bir arabayla gözleri lunapark neşesiyle parlayan ve hayatı kanaatkâr bir ruhla kucaklayan o çocuksu ruha, plastik şişelere girmemiş saf sular kadar ihtiyacımız var.
Bu şarkıdaki “Eller günahkâr/Diller günahkâr/Bir çağ yangını bu/Bütün dünya günâhkar” kıtasında geçen “Bir çağ yangını bu” sözüyle, reklam sektörünün -kelimenin tam anlamıyla- duayenlerinden, Argo Sözlüğü’yle -son yıllarda- bilinse de asıl 1981 Abdi İpekçi Roman Ödülü’nü kazanan Bir Çağ Yangını romanıyla adının anılmasını arzu ettiğim, rahmetli Hulki Aktunç’u da tekrar hatırlattı bu içli şarkı. Lütfen okuyunuz. Canımıza okunuyor nasılsa her gün, siz hayata meydan okuyunuz.
Eller günahkâr
Diller günahkâr
Bir çağ yangını bu
Bütün dünya günahkâr
Masum değiliz hiçbirimiz
Masum değiliz hiçbirimiz
Siz hâlâ “Alla Turca Alla Toker”i dinlemediniz mi?
Yılmaz Özdil’in 2.500 liralık “prestij kitap” projesiyle yatıp Galatasaray Futbol Kulübü’nün Dubai’den forvet transferini halledemeden dönen yöneticileriyle mi kalkıyorsunuz? Yoksa Ahmet Kural’dan gördüğü şiddeti “uzman kreatif direktör” bir beyle unutmaya çalışan şarkıcı Sıla Hanım ile yatıp Türkiye-Yunanistan kapışmasının Survivor figürlerinden dem vurup “hayalî seçmen”ler üzerinden memleketin demokrasi filikasındaki deliklerine mi köprü kuruyorsunuz? “O Ses Türkiye”nin düellolarda bas bas bağıran şarkıcı namzetlerinin arena dekorunda, jürilere yem edilmesini mi seyrediyorsunuz yoksa çekirdek çitleyerek?

Bırakın hepsini, kırıp atın popüler kültürün prangalarını ve büyük “teknik” birikimini klasik müziğimizle ustaca ve dâhilere özgü bir muziplikle harmanlayan Hakan Ali Toker’in Alla Turca Alla Toker‘ine bırakın kendinizi… Takın kulaklığınızı ve vokali siz olun, Kemanî Serkis Efendi’nin ruhunu şâd ederken:
Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime
Perde-i zûlmet çekilmiş, korkarım ikbâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime
İki tek attığımızda hep bir ağızdan söylemeye çalıştığımız, efkâr bastığında sığındığımız veya neşelendiğimizde coşkumuza ortak ettiğimiz güzelim nağmeleri (Huysuz ve Tatlı Kadın, Yine Bir Gülnihâl, Fikrimin İnce Gülü, Kız Sen Geldin Çerkeş’ten, Yıldızların Altında vd.) piyanonun yaramaz ustası Hakan Ali Toker’in zarif tuşesiyle dinlemek iyice karartılan ruhlarımıza tutulmuş bir kandil sanki… Temiz, serin, yumuşak ve kıpır kıpır… Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin vals formundaki unutulmaz klasiğinin “jazzy” yorumu ise insanın yüzüne tatlı bir tebessüm konduruyor.
Daha ne bekliyorsunuz?
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’dan Selahattin Pınar’a…
“Zevkle intihap ettiği güfteleri, çok selis ve insicamlı nağmelerle dile getirmekteki mahareti takdire layıktır.”
Atatürk, prestij kitap, Kırmızı Kedi, Yılmaz Özdil ve kızılca kıyamet…
Yılmaz Özdil’in kaleme aldığı Atatürk kitabının “prestij kitap” mantığıyla ve 2.500 TL’lik fiyatla satılacağı ilan olunduktan sonra kızılca kıyamet koptu. Sessiz kalmak ne mümkün! İdeolojik bakış açılarına göre yorumlar sosyal medya kahvehanesinde sürüsüne bereket!
Benim de iki çift sözüm olacak. Öncelikle sözü Yılmaz Özdil’e veriyorum. Sözcü’deki “1881” başlıklı yazısında bugün şöyle diyor:
“Müthiş hassasiyet ve özen gösterdiler, şu kadarını söyleyeyim, kitapla alakalı sadece toplantılarımız iki ay sürdü.
Dünyada varolan en yüksek kaliteli malzemeyle, Mustafa Kemal’in gösterişten uzak rafine zevkini yansıtır biçimde tasarlandı.
Cildinde ve kutusunda Shantung-S cilt bezi kullanıldı, Japonya’da sırf bu proje için özel olarak üretildi.
İsveç’ten Munken Pure kağıt getirildi.
Almanya’dan Gmund Color glatt kağıt getirildi.
Sırf bu proje için özel olarak renklendirilmiş deri kullanıldı.
Tamamı elle ciltlendi.
Hat sanatıyla 1’den 1881’e kadar numaralandırıldı.
Kitap 20.5×28 ölçülerinde.
1.8 kilogram ağırlığında.
Özel muhafaza kutusu var.
Fiyatını Kırmızı Kedi, matbaa veya ben belirlemiyoruz, fiyatını kullanılan malzemenin kalitesi belirliyor.
Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazılmış binlerce kitap var.
Ama… Atatürk hakkında ilaç için bir tane bile koleksiyon değeri taşıyan prestij kitap yok.
Dünyanın önemli kütüphanelerinde bulunacak, Anıtkabir gibi en önemli adreslerde sergilenecek, bir tek prestij kitabı yok.
Bunu kendimize görev edindik.
Mustafa Kemal’e boynumuz borcu olarak hissettik.
Ve aslında bu kitabı, satın almak isteyenler için üretmedik.
Mustafa Kemal için ürettik.
Mustafa Kemal’e yakışır olması için ürettik.
Mustafa Kemal’i okumak istiyorsan, aynı içerikteki Mustafa Kemal kitabı zaten her bütçeye uygun fiyatıyla var, özellikle internet üzerinden etiket fiyatının yarısına bile alabilmen mümkün.
Prestij kitaplara bir kaç örnek vereyim.
Otomobil efsanesi Ferrari’nin kitabı var, 30 bin lira.
Moda ikonu Valentino’nun hayatını anlatan kitap var, 12 bin lira.
Marilyn Monroe’yu anlatan kitap var, 6 bin lira.
Osmanlı padişahı Üçüncü Selim tarafından saray mimarlığına atanan Antoine Ignace Melling’in gravürlerinden oluşan kitap var, sıkı durun, 70 bin lira!
Piri Reis var, 2 bin 200 lira.
Evliya Çelebi var, 2 bin lira.
Mimar Sinan var, 3 bin lira.
Bu kitap Sinan’ı istismar etmek için mi hazırlandı, yoksa Sinan’ı onurlandırmak için mi? Elbette onurlandırmak için hazırlandı.
Padişahlara prestij kitap yapınca sorun yok, Atatürk için çaba harcayınca “istismar” öyle mi?
Mustafa Kemal kitabı, karşıdevrimcilerin karalama kampanyalarına rağmen, 1 milyon 500 bine koşuyor, tüm zamanların en yüksek tirajına ulaşan kitabı oldu, çıktığı günden beri tam 16 haftadır liste birincisi.
Mustafa Kemal kitabının çocuk versiyonu, sadece 25 gün önce raflardaki yerini aldı, sadece 25 günde 2 milyona yaklaştı.
Hakaret ediyorlar, küfür ediyorlar, karalamaya çalışıyorlar, yalanlar söylüyorlar, iftiralar atıyorlar ama, durduramıyorlar.
Çıldırıyorlar!
Mustafa Kemal aydınlanmasını bizden sonraki nesillere aktarma sorumluluğumuz var, kararlıyız.”
Şimdiiii… Şu sözlere dikkat: “Müthiş hassasiyet ve özen gösterdiler”, “Mustafa Kemal’e boynumuz borcu olarak hissettik.”, “Mustafa Kemal aydınlanmasını bizden sonraki nesillere aktarma sorumluluğumuz var”, “Mustafa Kemal’e yakışır olması için ürettik”…
Hassasiyet ve özen sıfır! Türkçe ifade sıfır! Mustafa Kemal aydınlanmasını sonraki nesillere aktarma sorumluluğu sıfır! Mustafa Kemal’e de yakışmıyor! Türkçe hataları, yazı dilindeki savrukluk… Bu fakirin eleştiri noktası Türkçe kullanımındaki büyük özensizlik ve yıllara dayanan araştırma olduğu ifade edilmesine rağmen bir (1) adet kaynak kitabın Atatürk kitabında bulunmamasıdır. Bu olmaz, o-la-maz!
İdeolojik kamplaşmalardan uzakta, sadece Türkçe temelinde bakarak bu kitabın çok çok iyi bir editör, yayın yönetmeni, musahhih müdahalesine muhtaç olduğunu yazmak boynumun borcudur.
Yılmaz Özdil’in düşük fiyatlı Atatürk kitabını almıştım, büyük bir beklentiyle takriben iki ay önce. Yıllar süren araştırmadan dem vuruluyordu ne de olsa! İlk iş olarak kitabın künyesine baktım. “Yayın Yönetmeni” koltuğunda, yıllar önce Nişantaşı’ndaki bir büfede birlikte ayaküstü dönerli sandviç yeme şansına nail olduğum, Fransız entelijansiyasının Türkiye’de tanınmasında büyük yararları dokunan ismi Enis Batur vardı. Büyük bir referanstı elbette. Editörü de vardı: Çağlayan Çevik.
Kitabın sayfalarını çevirmeye başladım. Sözcü gazetesindeki yazılarını okuyormuş hissiyle sayfaları beşer onar çevirmeye, farklı bir tarz, tat aramaya koyuldum. Böylesi hacimli (“oylumlu” yazmadım, affedin) bir kitabın dipnotlardan geçilmemesi gerekirdi. Yılmaz Bey’in bol aralıklı ve az kelimeli fıkralarına alışkın okurlar düşünülmüştü besbelli. Gözlerim Atatürk kitabında “kaynakça” aradı. “Yararlanılan eserler”i de… Sıfıra sıfır elde var sıfır! Yıllara dayanan bir araştırma, emek ve ilaç için tek bir kaynakça yok! Oysa bu tür araştırma kitaplarında, kaynakçaların yeni ufuklara yelken açmak isteyen okurlar nezdinde çok büyük bir önemi vardır. Belki yazar, hatalı bir nakil yaptı, bunu nereden test edeceğiz? Belki bir hatalı okuma var, bunu göreceğiz belki. Belki de Gazi Mustafa Kemal hakkında derinleşebileceğimiz farklı kaynak kitapları kütüphanemize koyacağız… Yıllarca araştırma yapıp tek kaynak kitap adı vermemek o çalışmalara, araştırmalara ihanettir en başta da kimin umurunda!
Bu Atatürk kitabı şüpheye mahal bırakmayacak bir biçimde Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil’i okuyanlar için tertip edilip satışa sürülmüş… Lamı cimi yok, bu böyle. Eh, halkımız da hap bilgileri sever, araştırmaya falan üşenir nasıl olsa, ne gerek var kaynakçaya, Yılmaz Özdil yazmış ya!
Yılmaz Özdil, “Mustafa Kemal’e yakışır olması için ürettik” derken kullandığı Türkçeyi değil de kâğıdın kalitesini, cildini meram ediyor anlaşılan; çünkü “4 Ocak 1881 salı’ydı”, “… Nuri efendi şeri mahkemeye başvurdu”, “Ömrü boyunca satın aldığı ilk ve tek ev’di.”, “… nakite çevirip çantasına koymuştu”, “Ve, Zübeyde bu yabancı…” vb. yazım yanlışları yazmakla, saymakla bitmeyecek kadar çok.
Prestij kitaplar elbette olmalıdır. Kezâ Gazi Mustafa Kemal için de koleksiyonluk bir eser tabii ki yayımlanmalıdır. Ancak bu kabil amatörce, cahilce yazım ve Türkçe hatalarının göz felcine yol açacak şekilde, özensizce, sorumluluk hissinden uzak bir şekilde sadece “zarf”ın ihtişamıyla örtüleceğini düşünmek ayıptır her şeyden önce. Neyse, nasıl olsa atı alan Üsküdar’a ring sefer düzenledi bile! Son sözüm Kırmızı Kedi’ye ve Yılmaz Özdil’e: Atatürk kitabını ciddiyetle, hassasiyetle okuyup Türkçe söyleyiş ve yazım hatalarını düzeltmeniz Gazi’ye olan saygınızın bir gereğidir, iş işten geçmiş bile olsa bunu yapınız.
Bir ibret vesîkası: Emeğe saygı, vefa, MediaCat, “şair reklamcılar”, vefasız reklamcılar vs.
Noktasına virgülüne dokunmadan:
“Sevgili Adnan Bey,
İste reklamcı böyle olur.
Böyle yazar.
Ama ben yayincilik da yaptim erken zamanlarımda. O zaman rafta kitap nasil durur onu öğrendim.
Nasil dikkat çeker?
Gürkal Agabey, her zaman bana birakmisti secimleri. Kitap adları dahil.
Seviili Sina da yorumlarını gecerse sevinirim. Ki, yapar.
Sizler olmasaydiniz bu kitap olmazdi.
O karar cok seveni vardi ki Gürkal Agabey’in, herkes talip olmustu düzeltilere ve ben simdi geriye baktigimda nasil dogru bir secim yaptigimi biliyorum. Bu da, bu kitabın kimyası.
Sevgili kadim dostum Sina ve siz.
Yetersiniz. Yettiniz. Haylaz Sen Hıdır Sina, Hızır A,S. Sina, Ve Hitam’ında ben. Hepimiz.
Tesekkürler.
Oguzhan”
4 Eylül 2010, 00.35’te posta kutuma düşen bu e-postaya cevaben ben de bütün coşkumla, lunaparkta nereye koşturacağını bilemeyen bir çocuk saflığıyla şöyle yazmıştım:
Sayın Oğuzhan Akay,
Yazdıklarınız karşısında mahcup oldum. Kıvanç duydum. Memnun oldum. Klişe bir söz belki ama e-postanızı okurken ve bitirdiğimde tüylerim diken dikendi. Eksik olmayın, sağ olun. Sizden bu kabil sözleri okumak paha biçilemez bir ödül benim için. Gürkal Bey’e ve onun yarıda kalan çalışmasına layık olabildiysem ne mutlu bana!
Oğuzhan Bey, 3 Eylül akşamı Sina Bey beni aradı. SD’nin kapaklarına dair düşüncelerini iletilmek için sizi aradığını, ancak ulaşamadığını söyledi. Tercihinin “0.jpg 430K” olduğunu belirtti. “Reklamcı Şairler Şair Reklamcılar” alt başlığının da, “Sözcüklerle Dansedenler”in tam altına yerleştirilmesinin doğru olacağını söyledi.
Sizden Yüksel Gürsel’in doğum-ölüm tarihleri de geldiğinde, 13-17 Eylül haftası baskıya girilir diye umuyorum.
Sizin ve Sina Bey’in şiirlerini okurdum, kitaplarınızı satın alırdım. Hayata şiirle bakar, hayatı ve insanlığı şiirle kavramaya çalışırdım. Ve şimdi sizin gibi değerli insanlarla, kendisini tanımaktan sonsuz mutluluk duyduğum ama çok çabuk yitirdiğim Gürkal Bey’in çalışmasını gün yüzüne çıkarmak için ortak bir çabanın içinde bulunuyorum. Benim için ne büyük şans, ne büyük gurur… Bütün kalbimle teşekkür ederim.
Saygılarımla,
Adnan Algın
Bu yazışmalara şahit olduktan sonra üstteki “tanıtım videosu”nu bir kez daha seyredin. Seyredin ki neler hissettiğimi az çok tahmin etmeye çalışın lütfen.



