Tag Archives: Roman

Bir bedende üç kişi: Elif, Haşmet, Hakan=Tarık Tufan

Dijital sörf mesaim esnasında 24’te “Portre” adlı bir programda, “Meksika Sınırı”nın eski sunucularından “münevver” yazar, (Geç Kalan‘ın arka kapağından) “kendine özgü diliyle, edebiyatıyla, güçlü duygu dünyasıyla okurları büyüleyen” (tamam, alıcaaz kitabı, peşin peşin imzalamış da) Tarık Tufan’ın son kitabı GK üzerine bir şeyler anlattığını görünce kumandayı önümdeki sehpaya usulca bıraktım ve anlatacaklarına -bir kez daha- dikkat kesildim. Büyük kıyak! Kitabın yayın tarihi 14.10.2021 ve hop ekranda kitabını anlatıyorsun, daha ne olsun!

Elini kolunu kullanması, seçtiği kelimelerin oluşturduğu o “büyülü” cümle evreni, hayata ve edebiyata dair düşüncelerini aktarırken takındığı o şamanistik hava niyeyse bende inandırıcı bir etki bırakmıyor. Daha çok “proje” yazar havası intibaı var tavırlarında. “Sağ”ın her kesime açık entelektüel yazarı misyonu bir noktadan sonra rahatsız edici oluyor. Ne şiş yansın ne kebap yaklaşımının bedenlenmiş bir hâlini de “9/8 Ahmet”ten sonra Tarık Tufan’da görüyoruz.

Bir ölçek Elif Şafak tasavvufu, iki ölçek Haşmet Babaoğlu sosyolojisi, bir ölçek de Ahmet Hakan Coşkun popülizmi… Oldu mu sizlere Tarık Tufan! Hele bir de “yazar yalnızlığı” romantizmini anlatırken çektiği o zorluk ve o zorluğun aslında “ne kadar kıymetli” bir şey olduğunu söylemesi… Yazarlık zor iş vesselâm! Tarık Bey’in “yazar yalnızlığı” nutkunu dinlerken tedavülde olmayan şu deyimi hatırladım: Kırk paralık kürdanı kırk bir paraya satmak.


Bir “pop”üler kültür ikonu olarak Orhan Pamuk, Türkçe ve nüanslar

Bir an önce evlerine dönmek isteyen hacılar çok şikayetçiydiler bu karantinadan. Bütün yolculuğu telef olmadan geçiren kimi hacılar bu son on günde ölüyordu.

Bu satırları, yere göğe sığdırılamayan Nobel ödülü sahibi Orhan Pamuk’un son ürünü Veba Geceleri‘nden aldım. Türkçenin nüanslarından bîhaber roman okurları için tertemiz, mis gibi bir ifade elbette. Ayılıp bayılanlar, romanı daha okumadan nasıl öveceğini bilemeyenler sosyal medyada mesaiye başladı. Tahsin Yücel maalesef aramızda yok, Orhan Bey’in bozuk Türkçesine, nüanslardan uzak roman diline kimse çıt çıkaramayacaktır. 2021’in en iyi romanı seçilecektir muhtemelen, ne kadar öngörülü olduğundan bahsedilecektir, yıllar yılı romanına nasıl ihtimam gösterdiği yazılıp çizilecektir, ROK efendi romanın önemli bir PR unsuru olarak çalışacaktır ve gazetelerin “kitap” eklerinde romanın Türkçenin inceliklerinden yoksunluğundan, noktalama işaretlerindeki savrukluğundan pek tabii ki bahsedilmeyecektir.

14 Aralık 2019’da Hıncal Uluç, Ömür Gedik’e bir mektup yazmış. H. Uluç’un o yazısının virgülüne dokunmadan Orhan Pamuk’a ve müritlerine sunuyorum “telef” kelimesine dikkat çekerek. “Kolağası Kâmil” ile nasıl ucuz bir oyuna tevessül ettiğine dair ilerleyen günlerde yazılar gelecektir muhtemelen; şu an için bu hususu pas geçiyorum.

Ekşi Sözlük’te, “unique hint kumasi” rumuzuyla yazan bir kullanıcı da 11.04.2021 tarihinde Orhan Bey’in Türkçesine dair şunları yazmış: “yabancı bir yazarın romanı olsa ‘seni çeviren kişiyi mezun eden okula temel atanı ……’ şeklinde küfür ederim. okurken bu kadar dilinden rahatsızlık duyduğum bir kitap daha olmadı (ilk kez orhan pamuk okuyorum). neyse yaklaşık 400 sayfa kaldı. söylenecek bir iki lafım daha var, bitince eklerim.

Noktalı virgülü kullanmayı bilmeyen, bu güzide noktalama işaretini önemsemeyen biri nazarımda edebiyatçı değildir! İsterse 1 değil, 1.001 Nobel alsın!

İşte o yazı, yazan da Hıncal Uluç! Bakalım, Veba Geceleri için köşesinde bu “telef”e rağmen övgü düzme kervanına o da katılacak mı?

“Kendini ‘Telef etme’ Ömür!..”

Sevgili Ömür,
Önce bir Türkçe notu:
Halkın kullanımında “Telef olmak”la, “Ölmek” arasında bir nüans vardır. Telef olmak, “Ziyan olmak” düşüncesini de içerir.
Yani hayvanın telef olması için, birinin malı olması gerekir.
Diyelim, sel bastı.. Ormanda yaşayan bazı hayvanlar, kaplumbağalar, tilkiler, tavşanlar ölürler.. Ama köylünün koyunları telef olur.
Çünkü koyunlar adı üstünde, köylünün malıdırlar. Ziyan olan maldır, servettir.
Dahası. O koyunları otlağa götüren Karabaş da telef olmaz. Ölür. Onun sahibi de çoban olduğu halde, Karabaş ölür.. Fark nerden?.
Karabaş ile insan arasında bir duygusal bağ vardır, ordan. Onun için özel adı vardır zaten.
O köpek değil, Karabaş’tır.
Koyunun telef olur. Ama Karabaş’ın ölür..
Dahası Ömür!. Koyunlarına saldıran kurdu vurursan, kurt telef olmaz. Öldürülmüş olur.. Çünkü onun ölümü kimseye ziyan değil, hatta tüm köye kârdır.
Çocukluğum köyde geçti Ömür..
Hayvan bir şekilde ağır yaralandı diyelim.
Mesela boğalar, keçilerden biri kavga ederken.. Ya da inek yardan düştü.
Ölecek gibiyse, hemen keserlerdi.
Telef olmasın” diye. Ölü hayvanın eti yenmez çünkü.. Ölmeden kesilirse yenir, yani o zaman telef olmaz..
Yani “Telef olmak” ile “Ölmek” dilde, halk dilinde nüansı da geçen önemli farklar taşırlar.
Yani sen ölürsen “Telef olamaz”sın.
Olman için birinin malı olman gerekir.
Kölelik devri olsaydı, o zaman belki..
Hani o Amerika’nın zengin, zalim çiftlik ağaları “Dünkü selde 30 kölem telef oldu” diyebilirlerdi..
Senin sahibin var mı, Ömür? Kaybın kime, hangi “Maddi” ziyan?.


“Enginar uyuzu”

“Birdenbire tanburu elinden bıraktı. Sert ve acele bir el hareketiyle pijamasının pantolonunu ve kilotunu sıyırdı, şişkin ve kıllı bacaklarını, iki yana iyice açtı, bir eliyle tenasül aletini iyice avuçlayıp yukarı aldıktan sonra, öteki eliyle torbalarıın altını kaşımaya başladı. Fakat ne kaşımak! Sanki azgın bir hayvan uzun tırnaklarıyla toprağı oyuyordu. Adam bu sefer iki eliyle bacaklarının iç ve yukarı tarafından uyluklarına kadar uzanan nahiyeyi öyle bir tırmalayış tırmaladı ki, Ferit biraz sonra oralarda iki derin et çukuru açılacak ve içinden bilek kalınlığında kan fışkıracak sandı. Biraz kulak verse, belki tırnakların deri üzerinde hoyrat sürtünüşünün -hart, hart, hart- sesini de duyacaktı. Bu kaşınma krizi içinde adamın bütün vücudu, ellerinin ve kollarının şiddetli ihtilâçlariyle bir tempoda sallanıyordu. Bir aralık herif arka üstü yattı ve daha rahat kaşınmaya başladı.

Ferit doğruldu. Uyuz muydu tanburi? Hayır. Olsa olsa, Epidermopnitie inginalis, yani éczéma marginé de Hebra. Oyluklara musallattır. Fakültede çocuklar buna ‘Enginar uyuzu’ derlerdi.”

 

 


Orhan ve Elif İntihal & Esinlenme Komandit Şirketi

Gördünüz ya, takke ne de çabuk düştü aziz “Kalplerdeki Espas” takipçileri. Mrs. Elif Shafak’ın, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler romanından “esinlendiği” haberleriyle çalkalanıyor ortalık. Karşılaştırmalı alıntıları sanal âlemde kolaylıkla bulabilirsiniz. Mrs. Shafak ise bir azize edasıyla şöyle diyor: “Türkiye’de azıcık farklı, yenilikçi işler yapan herkese uluorta saldırılmasından bıktım, bıktık. Bizde ne yazık ki insan karalamak, başkalarını küçümsemek çok kolaydır. Bu benim 117’nci kitabım, 8’inci romanım. Alınterim, hayal gücüm. Okurlarım bunu bilir. Ben okuruma güvenirim, okurum da bana güvenir. Kem sözler, iftira ve dedikodular gene sahibine döner. Benim nazarımda kainatın işleyişi böyledir. Bugünkü eleştiri seviyesi ne yazık ki zaman ve enerji ve moral kaybına yol açıyor, hepimiz için…” Amman enerjimizi heba etmeyelim aziz “Kırık Potkal” okurları. Daha okuyacağınız pek çok cümlem var. Şeytanın bacağını “dışarıdan” siyasî söylemlerle kırıp Nobel’i kapan Orhan Pamuk da aynı “metot”un yolcusuydu. Yoksa bilmiyor muydunuz?

1552’de Kanunî döneminde Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında üç sene köle olarak çalışan bir İspanyol entelektüelin İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gündelik hayata, toplumsal olaylara, bilime, yönetim biçimine, adlî sisteme ilişkin gözlemlerinin aktarıldığı Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati 1557’de yazılmış. Yazarı meçhul. Çevireni biliniyor: Fuad Carım. Devrin tanınmış yazarlarından Cristobal de Villanon’un kaleme aldığı kuvvetle muhtemel. Meral Okay ile Tarihin Arka Odası’nın pîşekârı Erhan Afyoncu’nun bu kitabı okuyup okumadıklarını bilemiyorum ama Orhan Pamuk Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ni bir güzel okumuştur! Daha sonra da -sizleri bilemem- bana Beyaz Kale diye okutmuştur!

Çok enteresan bir entelektüel olan Fuad Carım’a (1892-1972) dair biraz bilgi verelim. “Mülkiye” mezunu. Dışişleri Genel Sekreterliği ve büyükelçilik yapmış. Kanuni Devrinde İstanbul, Cezayir’de Türk’ler, İşlenmemiş Konular adlı kitaplar neşretmiş. Gelelim bizimkilere. “Çalıntı” iddialarıyla ilgili olarak Orhan Pamuk’un başını birkaç haddini bilmez ağrıtmıştı. Bugün de bendeniz kulaklarını çınlatacağım Orhan Bey’in. Başlıyoruz. Koyu renkli ve italik cümleler, Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ndendir. Parantez içinde de Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinden cümleleri vereceğim.

“…Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar; sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi. Hem, sırtımdakilerle uğraşmaya bir lüzum görmediler; yattığım kamara çok daha değerli eşyalarla doluydu…”

(“… Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. Gemi ana-baba günüydü. Dışarıda herkesi toplamışlar çırılçıplak soyuyorlardı…”)

“… En üste Muhammed’in sancaklarını astılar; bunların altına, bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız’ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri bir ok yağmuruna tuttular… Derken denizlerde eşine rastlanmayan bir top ateşi koptu…” 

(“… Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları, Meryem Ana tasvirlerini, haçları tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar. Derken toplar yeri göğü inletmeye başladı…”)

“… Sinan Paşa’nın on iki yıldan beri çektiği nefes darlığı artmıştı. Göstermediği hekim kalmamıştı. Sonunda beni de çağırdılar. Paşa’ya elimle bir şurup hazırladım. Nasıl alınacağını sorunca, işi çaktım ve bir kaşık isteyerek, gözü önünde, üç kere doldurup içtikten sonra, ‘alsana senyör’ diyerek, kendisine de içirdim…” 

(“… Oysa, derdi, bildiğimiz nefes darlığıydı. İyice sorup soruşturdum, öksürüğünü dinledim, sonra mutfağına inip orada bulduklarımla naneli yeşil haplar yaptım; bir de öksürük şurubu hazırladım. Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum…”)

Ve son bir karşılaştırmalı alıntı daha: “… Amcabey diye  anılan, aslen Valencialı birini yollayarak, bir hıyanette bulanmayacağıma dair yemin ettirip zincirimi söktürdü…” 

(“… Bir hafta sonra bir gece gelen kâhya, kaçamayacağıma yemin ettirdikten sonra zincirlerimi çözdü…”)

Mrs. Elif Shafak’ın “intihal” söylentileri ayyuka çıkan İskender adlı romanından alıntıları okudunuz mu peki? Biri şöyleymiş: “Oturma odasındaki halının üstünde bağdaş kurup oturur, tavana yakın küçük pencerelere bakardı ağzı açık. Dışarıda sağa sola akıp duran çılgın bir bacak trafiği olurdu. İşe giden, alışverişten dönen ya da yürüyüş yapan yayalar. … (İskender, s. 135, Doğan Kitap)” Bu kadar tatsız tuzsuz, kupkuru cümleler kurabilmek epey maharet ister doğrusu. “Çılgın bir bacak trafiği” ile “yürüyüş yapan yayalar” sözcük öbeklerini okuyunca dilimi yutayazıyordum neredeyse. Yazık! Böylesine âhenkten uzak, yavan cümleler kuran bir “yazar”ı Sayın Tahsin Yücel’e havale ediyorum.

Ne de fiyakalı ama! Önce İngilizce yazacaksın, sonra bir çevirmenle yazdıklarını Türkçeye çevireceksin, İhsan Oktay Anar’ın suskunluğundan feyz almak bir yana, onun tam tersi bir reklam metaı olup eserinin (?) önüne geçip duracaksın, ruhsuz, Türkçenin revnaklı yapısından nasiplenmemiş acemi betimlemelere boğulmuş kitabın için o kanaldan bu kanala seyirteceksin… Sonra da demeç vereceksin “Farklı, yenilikçi, alınterim, hayal gücüm, ben okuruma güvenirim, okurum da bana güvenir, kem sözler, iftira, dedikodular gene sahibine döner, benim nazarımda kâinatın işleyişi böyledir, eleştiri seviyesi ne yazık ki zaman ve enerji ve moral kaybına yol açıyor, hepimiz için” diyerek… Vay benim köse sakalım!

Çok haklıdır Mrs. Elif Shafak, böylesine tacir bir yazar (?) için bu kadar enerji kaybına, hakikaten hiç mi hiç gerek yok. Göz boyamakta ustalaşan medyanın boyacı kadrosu, ellerine aldıkları mikrofonlarla, kalemlerle, klavyeleriyle zorla güzellik yaratmak için didinip durabilirler. Tarihe düştük notumuzu. Tarih ve edebiyat tarihi gereken cevabı ve notunu ileride verecektir zaten. Acar yazarlarımıza hayırlı işler!


“Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde “Huzur”umuz kalmadı.

Yaşasaydı 110 yaşında olacaktı. Keşke yaşasaydı! “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. Sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde anlatırım.” diyen bu “hülya adamı”nın 110. doğum günü, hâlâ ısıtılıp duran tatsız tuzsuz “Survivor” yemeğinin dumanlarına karışan, Drogba ile Forlan’ın kaprislerinin, nazlarının, fiyat artırma taktiklerinin arasında kaynayacağa benziyor.

Nasıl kaynamasın ki! Siyaset programlarının acar gazetecisi, sert polemiklerin hırçın çocuğu, azılı liberal Rasim Ozan Kütahyalı’yı, “Pişşti” ekolünden “Yerden Göğe” adlı programda sade suya tirit konular üzerine tezler geliştirirken görünce hüzünlendim açıkçası. Yerden göğe berbat bir program daha. Neyse, huzurumuzu kaçıran bu kabil zavallı programların panzehiri olabilecek birkaç romanla efkâr dağıtabiliriz. Sustuğu şeyleri romanlarında anlatan üstat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”una ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne sığınabiliriz.

Bugün 23 Haziran 2011. 23 Haziran 1901’de dünyaya gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 110. doğum günü. Bilmiyor muydunuz? İki üç tane “özlü söz” ezberleyip rakibine “70 milyonun önünde” laf sokanların, bunu ekranlara taşıyanların, o “özlü söz”leri yumurtlayanları havalimanlarında omuzlara alanların, kötürüm demokrasisiyle övünüp duranların… bitmez bu! Acaba kaç gazetede “haber” değeri taşıyacak “önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımız”ı dün-bugün, Doğu-Batı paradigmasında teşrih masasına yatıran 110. doğum gününü kutladığımız Ahmet Hamdi Tanpınar, kaç gazetede?

Sözü “Huzur”dan Mümtaz’a bırakıyorum: “Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar çevrelerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim, bir Nef’i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki, ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!”

Doğum gününüz kutlu olsun muhterem üstadım.