Monthly Archives: Mart 2010

Hıncal Uluç’un “nokta”yla imtihanı!

“Yaşa be Ahmet Hakan.. Birisi de yazmalıydı, “Paranıza da yazık, zamanınıza da” diye.. Martin Scorsese çekmiş diye, Shutter İsland/ Zindan Adası’nı ille de alkışlamak zorunda değiliz ya.. Bu kadar da değil üstelik.. İlk haftasında 40 milyon dolar kazanmış Amerika’da.. Bu Scorsese’nin rekoru. Hani gişe de yapmış film.. Seyreden binlerce kişinin on üzerinden verdiği not ortalaması 8.2.. Yani nerden baksanız film müthiş.. Hele de fragmanları izlemişseniz “Mutlak” demişsinizdir benim gibi sinemaya koşarken..  Ama bakın.. Hepsi palavra.. Benim paramla 10 para etmez..

Okuduğunuz satırların sahibi “kanaat önderi” Hıncal Uluç üstadımız.. Hıncal ağabeye sıradan bir okur olarak, bu sayfada tay tay koşturmadan önce, bir ikaz e-postası yollamıştım.. Aman üstadım, etmeyin eylemeyin, Türkçede “noktalama işaretleri”nin içinde “..” yoktur diye.. Nuh dedi mi, bilemiyorum ama üstadımız “kanaat önderi” olmanın ruha ferahlık veren huzuruyla bildiğini okumaya devam ediyor.. Benimki de laf hani! Koskoca Hıncal Uluç, Bilgin Gökberk’i “köşe”sine almazken, benim ikaz e-postamı ciddiye alıp dur yahu bu da neyin nesi, diyecek değildi ya!

Kurduğu cümlelerin dibine “..”yı azimle yerleştiren “kanaat önderi” Hıncal üstadımızın sıkı takipçisi de Selahattin Duman.. Vatan’daki yazısının başlığına bakalım: “Globalleştik, top olduk.. Q klavyeli laptop olduk!” Yazının girişine de bakalım: “Adetim değildir ama bugün öyle başlayayım.. Dijital teknoloji üreticilerine ileneyim.. Gözünüzde Q klavyenin tuşları kadar çapaklar çıksın e mi? Milliyetçiliğe geldi mi Tanrı Dağı’ndan eksik yanınız yok.. Sıra Türkçeye kazık atmaya geldi mi her biriniz tek kişilik ordu..”

Okuduğunuz üzere, Selahattin Duman, Hıncal Uluç ekolünün sağlam bir müridi.. Hatta baş müridi! Yazının tamamında “..” kullanmış.. Nokta (.) yok! Yorum yapmaktan ürküyorum.. Yazısında “F klavye” hadisesine “gülünçlü” üslubuyla yaklaşmaya çalışmış.. Hani diyorum, sevabına, “noktalama işaretleri”ne de bir el atsa..

Unutmadan… İngilizcede majiskül “İ” kullanılıyor muydu?

Not: İşbu yazıda, üstatlarımın alemetifarikalarından olan “..”yı tavuk yemi gibi kullandım. Eee, ne de olsa onlar “kanaat önderi”, onlar koca vesikalıklarıyla gazetelerinde “köşe” sahibi kalem ustalarımız… Gönülleri hoş olsun: Onlar Hıncal ile Selahattin..


Reklam meklam: Bilgisayarın hayatın değildir!

Bir an düşünün. Sağ elinizin baş parmağı olmasaydı ne yapardınız? “Habre” yazıyorsunuz, ha bire “esemes” çekiyorsunuz ne de olsa! Hayatınız durma noktasına mı gelirdi? Pekiii, sağ elinizin baş, işaret ve orta parmağı olmasaydı, depresyonunuzu nasıl alırdınız?

Teknolojinin haberleşmeyi hızlandırdığı, kolaylaştırdığı bir gerçek. Ancak, bu soğuk, ruhsuz hızın insana ait, insana has sıcaklığı umursamazca budadığı da ayrı bir gerçek! Ben, insana ait o sıcaklığa hasret duyuyorum çoğu zaman. Siz? Burnunuzun mendireği sızlamıyor mu hiç? Postaneye en son ne zaman gittiniz? En son ne zaman, bir pulu dilinize değdirdiniz sahi? Ya bayram tebriği için, arkadaşlarınızın zevkine göre, en son ne zaman kartpostal aldınız tezgâhtan? “Bayramınızı kutlular” yazan Ankaralı bir akrabamız vardı. “Kutlular” mı, diye düşünürdüm her bayramda. Okulda “kutlar” diye belletilmemiş miydi? Dudağımı bükerdim ve Ali Muhiddin Hacı Bekir’in lokumlarına atlardım.

İnsanî olan pek çok ritüel zamanla teknolojinin gelişmişliğine mağlup oluyor. Direnme katsayımız da o kadar yüksek değil zaten. Birkaç etkili atakta teslim bayrağını çekiveriyoruz. Zamana uymamız öğretiliyor. Geçmişin köklü, kıymetli, ruhu kat kat açan, insanın insanlığını cemiyet hayatında taçlandıran ritüeller, teknolojinin o çok bilmiş tavrına karşı koyamıyor.

Bak postacı geliyor, selam ediyor, şarkısını terennüm edemeyen çocuklar Smackdown denen, birkaç irikıyımın protein takviyeleriyle şişirilmiş gövdelerinden süzülen ilkel, müsameremsi dövüşlerine tempo tutuyor “Batista, Undertaker” diye diye! Pireler Sevil Berberi’nden haberdarken, zekâ seviyesi yerlerde alçak sürünen bu “şov” TRT’de “Amerikan Güreşi” adıyla yayınlanırdı. “Pankreas” da denirdi. Şimdi postacı selam etmiyor, mektup yazılmıyor… Hele hele aşk mektupları… Ölümüne yok! Allah’ım! Ölüm, mektup âşıklarına olmamalı! Leyla Erbil ile M. A. Erbil. Okuyunuz: Mektup Aşkları. Yazan: Erbil. Ama Leyla olanı.

Webcam marifetiyle tanışılıyor birkaç günde! Bir haftaya kalmadan da, prezervatifin “dokusu” üzerine fikir teatisi yapılıyor! Kartpostallar artık yok! Şimdi “postal” muhabbeti “tematik” kanallarda karta kaçmaya yüz tutmuş amcalarla tartışılmakta! Demokratikleşiyormuş, sivilleşiyormuş memleket. Diyenlerin, yazanların yalancısıyım. Sap ile samanın delicesine iç içe geçirildiği, itinayla ipe dizildiği bir dönem olarak yazılacaktır bu “sivil”celi demokratik-dezenformatik çehre! Mete Tunçay’dan isterim yazmasını, bu “ergen”lik “sivil”celi “kon”kav çehrenin içyüzünü. Bu arada, ROK, bacak arasına kim bilir, kimin sivri burunlu çizmesini sokturup coşacaktır, ahir zaman peygamberi tadında “rock”sederken, bu apayrı politik-magazin bir zirve… Neyse.

Demem odur ki; bilgisayarım hayatım değildir! Bilgisayarım veya cep telefonum benim hayatım olmayacak! Benim hayatım sevdiğimdir, benim hayatım ailemdir, benim hayatım karımdır, benim hayatım oğlumdur, hatta benim hayatım kedimdir, köpeğimdir… Hayat, başka bir canlıyla hayat bulur. Nekrofil olmamız isteniyor. Olmayacağız!

Hayatımızın mütemmim cüzü ruhsuz, buz gibi metaller, kablolar, bilmem kaç inç ekranlar olmayacak! Onlar hayatımızı kolaylaştıran cihazlardır, o kadar! Kalpleri yoktur. Ruhları yoktur. İnsanı yalnızlaştırır elektronik cihazlar. Teknoloji, yalnızlığın mabedidir.

Yalnızlığın şeyhidir bilgisayar. Kandırır. Sanal seksle kandırır. Seks, zaten çok büyük bir kandırmacadır. Geçici hevesler doyuruldukça, açlık artar. Bilgisayarın tuzu kurudur. Sizi kudurtur. Teninize aşkla, şefkatle dokunmazlar… Zaten dokunamazlar! Sıcak soluğu yanağınızı yalayamaz! Ta gözlerinizin içine bakıp da kalbinize akamazlar, akamayacaklar!

Bilgisayarım benim hayatım değildir! Bilgisayarım, hayatımı bazı anlarda kolaylaştıran, sadece ama sadece elektronik bir cihazdır!


Dert, leş internette!

– Bu dünya böyle. Yazarsın okumazlar. İşgüzarlık edenler de çıkar. Derler ki; “Okunmuyorsan, ne yazıyorsun?” Bu dünya çiğ süt emmiş, demiyorum. Bu dünya süt emmiş mi sahi?

Kendini dinle ve yaz. Ayrıca; inle, mimle, kalbini parçala ve bize göster kanayan yanlarımızı. Seni dinlemek, sende kendini görmek isteyenlerin olabileceğini de, aklından çıkarma.

– Patileri pilli kediler, masallarda mı olurmuş? Yağmur yağıyor içime. Üstüm başım kupkuru. Hatta, avcumda gökyüzü, yanaklarımda kurşunî bulutlar… Canım sıkkın. Canı cehenneme John’ın! Sebepsiz. Belki de, mürebbiyesidir ruhumun sebep! Dedim ya, canım 500 T gibi!

Capitol’de pizza yemiştim anna’nemle yıllar önce. Canım anna’nem! Tabağındaki pizza dilimlerinden sucuğu en fazla olanını bana vermeye çalışıyordu… Toprağın altında şimdi. Kürek kürek toprak atarken kabrine, yüreğim un ufak oluyordu; eriyordum, yanıyordum, ellerimi hissetmiyordum.

Hiç kimse, ben okunmak istemiyorum, diyemez. Yazıyorsak ve bu bir nevi potkal ise okunmak istiyoruz. Bak, bir de buradan bak hayata, bu da var, diyoruz. İnternet çöplüğünde, kırık bir kürdanız. Bilginin bu kadar kolay elde edilebilir olduğu, bilginin bu kadar kolay deforme edilebildiği bu hızzz dolu dünyada kırık bir kürdanız. Bu hoyrat ormanın figüranıyız.

I have a dream, der ya Martin Luther… Ne zaman ki, vapurda, minibüste veya otobüste… Bir “baaayan”ın elinde ya Ahmet Hamdi Tanpınar ya Oğuz Atay ya da Haldun Taner görürüm, işte o zaman kırık kürdanlar bir epe asaletiyle doğrulur gökyüzüne…


Ezel, Aşk-ı Memnu, Kurtlar Vadisi, Yaprak Dökümü

“Faşizm, söyleme yasağı değil, söyleme zorunluluğudur. Faşizmin ayırıcı niteliği, insanlara bazı şeyleri söylemeyi yasaklaması değil, onları bazı şeyleri söylemeye zorunlu kılmasıdır. Faşizmde bazı şeyleri söylemek zorunda bırakılırsınız.

1933-45 arası Almanya’da ‘Kahrolsun Hitler’ diye bağırmayı hayatınızla öderdiniz. İçinizden defalarca tekrarlayabilirdiniz elbette. Ancak, milyonlarca insanı asıl zor durumda bırakan, onlara koyan şey ‘Heil Hitler’ diye bağırmak zorunda bırakılmasıydı.”

Roland Barthes (1915-1980)