Category Archives: Uncategorized

Bu kadar “aşama” da çok fazla oluyor ama!

Bodoslama gireyim söze: Dilde öz Türkçe taraftarı mısınız? Yoksa kelimelerin dini, milliyeti olmaz diyenlerden misiniz? Bendeniz ikinci gruba yakın duruyorum. Nasıl durmayayım Allah aşkına! Dil varlığımızdaki onlarca, ne onlarcası, yüzlerce kelimeyi fosilleşmeye terk etmek nasıl bir zihniyetin ürünü olabilir? Kelimeleri ve dahi o kelimelerin anlam nüanslarını budarsak Survivor’ın “Anlat Bakalım” yarışmasındaki “yasaklı” kelimelerin yerine koyacağı sözleri, kelimeleri bulmak için ıkınıp duran yarışmacılarının hazin durumlarına bizler de düşeriz.

“Aşama” kelimesini duymayan yoktur. Var mıdır? Yoktur. Peki, günümüzde bu “aşama” kelimesi sizce kaç kelimenin yerine kullanılıyor? Üç? Beş? Altı? Bilemediniz, tam sekiz (8) tane kelimeyi karşılamaktadır bu marifetli haylaz! Sayalım mı? Başlıyoruz: derece, merhale, safha, rütbe, mertebe, kademe, pâye, hamle.

“Sınav iki aşamada yapıldı” cümlesindeki “aşama” acaba hangi kavramı/kelimeyi karşılamaktadır? Sekiz farklı mefhumu/kelimeyi dil varlığımızdan ayrımcılık yaparak atmanın cezası düşünme yetisinin, düşünme kabiliyetinin iğdiş edilmesinden başka bir şey değildir.

Haydi bakalım, “Dök zûlfünü meydâna gel/Sür atını ferzâna gel”!


Devrik dize kurgusunun hikmeti!

Birkaç gündür argo, Divân Edebiyatı’nda argo kullanımı, Sürûri, Nâili, Sünbülzâde Vehbi arasında gidip geliyorum. Aradığım birkaç kitap vardı ve idefiks, kitapyurdu, pandora arasında mekik dokurken fazlasıyla popüler, hatta “aşşırı” medyatik o avukat-yazar-oyuncu beyin çıkacak şiir kitabının reklamına denk geldim kitapyurdu’nda: Sonra Giydirir Aşk Esvabını.

Aşk esvabını sonra giydirir, dese o “şiirsel” tonu vermeyecek, -mütedeyyin- gönüllerde şimşekler çaktırmayacak tabii, hemen o çok bilinen, şiir yazanların sık sık sarıldığı devrik nizam müessesesine müracaat edip kitabına koymuş adını: Sonra Giydirir Aşk Esvabını. Oldu da bitti maşallah!

Şu fakir Yamalı Poğaça’da dahi en ufak halk şakşakçılığı olmadı, olmayacak! Bir arkadaşım, yayımlanmış yazılarımın birkaçını okuduktan sonra şöyle demişti: “Abi, biraz halkın anlayacağı şekilde yaz, ben bile bazen anlayamıyorum.” “Bile”si şu: Dört yıllık üniversite mezunu, reklam sektöründe “art direktör”. Oruç Aruoba gibi mi yazıyordum ki? Yoksa dipnotları gani Hilmi Yavuz denemeleri gibi mi yazıyordum? Zannetmem. Gayet anlaşılırdı yazdıklarım, az buçuk mürekkep yalamış olmak kâfiydi esasen klavyeye düşürdüklerimin künhüne varabilmek için “mösyö”! Şunu demek istiyordu aslında: Survivor‘daki “Anlat Bakalım” oyununda “sürmanşet”in ne olduğundan bîhaber Yasin gibiler ve altı yüz küsur binlik takipçisine, “Şile bezi”ni hiç duymamış olan Berkan’a yaz abi, diyor. Kusuruma bakma arkadaşım, onlar için bi’ sürü gazete, onlarca TV kanalı, yüzlerce “yazar” da var, şair de…

Tekrar aslî konumuza dönelim: Bu adam işi biliyor. Hem de çok iyi biliyor. Her adımı planlı, attığı her adımda bir PR çalışmasının izi var. Bir Bedirhan Gökçe gibi “hisli duygular” katarak okuyor şiirlerini, yeri geliyor gotik E. Elönü’nün hayran bakışları karşısında eşine olan bağlılığını ballandırarak anlatıyor, yeri geliyor da geliyor…

Boynunda renkli renkli fularıyla da elinde yazarların alâmet-i fârikası addedilen (sık sık “adledilen” diyenlere denk geliyorum, aman ha, yanlış yoldasınız) mürekkepli kalemiyle de pozlarına tesadüf edebildiğiniz gibi kravatsızlığa özel önem atfettiğini de görebilirsiniz.

Tane tane konuşmaya, artikülasyona da özel önem verdiği aşikâr. Bunu da bir “iletişim” fonksiyonu olarak kullanıyor. Her adımı hesaplı her sözü planlı… İşte ben bu hesaplı kitaplı oluşundan zerre hazzetmiyorum, ey ahali! Zaten roman sanatında başarılı biri değildi. Bu benim görüşümdür elbette. Bir şekilde, daha doğrusu iletişim ağının çok çok sağlam olmasıyla oyuncu da oluverdi.

“Romanları ve oyunculuğu ile Türkiye’de ve dünyada büyük ilgiyle takip edilen” biriymiş! Hollywood’a kapak atar mı dersiniz? Ulu Manitu, sen bizi bu kırmızı urbalılardan koru!


Türkçeye “olumlu katkı”lar tam gaz devam ediyor!

“Ayrıca, kısa sürede ve düşük sıcaklıkta sık yıkama, bakteri gelişimini teşvik eder.”

Çamaşır makinelerindeki ve çamaşırlardaki bakteri oluşumunu engellediğini dile getiren bir markanın web sitesinde rahat rahat kullandığı bu cümle, Türkçenin nasıl katledildiğini göstermesi bakımından çok önemli.

Olumsuz bir durumdan (“kısa sürede ve düşük sıcaklıkta sık yıkama”) bahsedilmesine rağmen, bu olumsuz durumun yol açacağı, sebep olacağı nâhoş, istenmeyen sonuç, bakın nasıl “wording”lenmiş: Eğer kısa sürede ve düşük sıcaklıkta sık yıkarsanız çamaşırlarınızı ne olur biliyor musunuz? Kısa sürede ve düşük sıcaklıkta sık yıkama, şimdi sıkı durun, “bakteri gelişimini teşvik eder”.

Kudam galatetrâ tashih konem, ey hâne harab! Peki, şöyle diyelim: Tut kelin perçeminden! Yine mi olmadı? Deveye, boynun niye eğri, diye sormuşlar. Cevaplamış: Nerem doğru ki! “Gelişim” nedir, bilmiyorlar! “Teşvik” nedir, onu da bilmiyorlar! Yetmiyor, bilmediklerini de bilmiyorlar! “Gelişimi teşvik” ha? Bakın, bu gelişimin tanımı: “Bir kimseyi veya bir şeyi yapma noktasında cesaretlendirme, gayrete getirme, heves ve istek verme”. Bu da “gelişim”in: “Gelişme, serpilip büyüme, neşvünemâ”.

E, o halde buyurun cenaze namazına!


Covid-19 günlerinde “sosyal medya” pozları

İNTERNET, METREYLE KİTAP SATIŞINI UNUTTURDU

Kitap o evlerde şimdi ne işe mi yarıyor?

Evlerin sahiplerinin poz vermelerine!

Şöhretlerimizin salgın günlerindeki duruşları, bakışları, ifadeleri, vesaireleri yine eskisi gibi ama arka plân artık farklı: Apar-topar alınmış ve sayfaları açılmamış gıcır gıcır kitapların meydana getirdiği ufak yığınlar görülüyor; biblo, vesaire raflarına boy sırasına göre bir-iki hafta önce tıkıştırılmış kitapların önünde selfiler çekiliyor…

Raflara neler doldurulmuş, neler! Türkçe’ye güya çevrilmiş ama Türkçesini anlamanıza imkân ve ihtimal bulunmayan felsefî eserler; on yedi-on sekiz, haydi bilemediniz yirmili yaşlarınızda okumuş olmanız gereken en bilindik Avrupa romanları, “Soğuşumsallığın Düzeysel İzleği ve Görüngübilimde Zeitgeist” gibisinden isimler taşıyan entel mi entel muammalar ve nâdir de olsa yabancı dilde yayınlar…

Şöhretlerimiz sosyal medyada kendilerini hatırlatmak istediklerinde lûtfettikleri birbirinden kıymetli fikirlerini işte böyle bir dekorun önünde istifademize sunuyorlar!

Kitabı hakikaten bilen gerçek okuyucuları hariç tutarak söyleyeyim: Birkaç sene öncesine kadar bazı yeni zenginler ile medyatik şöhretler cildleri birbirinden şık ama içleri tıngır tıngır süs kitaplarını metreyle satın alır, salonlarını bunlarla süslerlerdi. Metreyle kitap modası zamanla bitti ama salgın günlerinde yepyeni bir görüntü unsuruna ihtiyaç duyulunca kitap tekrar hatırlandı. Evlerine kapananlar internetten kitap satışını eskiye göre bir nebze arttırdılar, son zamanların modası olan bazı yayınlar da sosyal medyada “Bakın, ben ne okuyorum!” demek isteyenlerin gösterdikleri rağbet üzerine tükeniverdiler…

Dolayısı ile gösteriş yapmak, hava atmak yahut dekor niyetine kullanmak maksadıyla da olsa, şimdiye kadar tek bir kitap yüzü bile görmemiş evlere bir-iki cildin girmesini sağlayan Koronavirüs’e bu hizmeti için müteşekkir olmalıyız!

Murat Bardakçı, “Koronavirüs bir işe yarıyor, ‘kitapsız’ evler ‘kitaplı’ oluyor!” Haber Turk, 02.05.2020

Not: Yazarın imlâsına dokunulmamıştır.


“Puzzle”lardan sıkılanlara bir sorum var

The Smile of Sadness, The Crystal Heart, The Love Talisman adlı hikâyelerin yazarı kimdir?

 


Böyle başa böyle tıraş!

“Ben öyle bir tatile gitsem de; en azından bir iki akşam dışarı çıkarak gezmeyi tercih ederdim. (…) Ama biliyoruz ki; adım atmayanlar oluyor. (…) Şu aşı çıksın da; aşı da olalım, bir yere giderken sertifikamızı da yanımızda taşıyalım.”
bbbt
Bu noktalamaları yapan kişi Ahmet Hakan Coşkun’un “genel yayın yönetmeni”, Osman Müftüoğlu’nun “başyazar” olduğu Hürriyet gazetesinde “köşe yazarı” olarak istihdam ediliyor.

Noktayı “sörvayvır Yasin” koysun: Bum!


Kâtip Çelebi->Hacı Halife->Hacı Kalfa->Hadji Khalifa

“Since it is only recently that the Moslems have conqured the Land of the Rhomaioi and begun the sail the seas, most the terms and names given to things pertaining to ships and to the sea are some Spanish, some Italian, and some Greek; they have taken them over at their pleasure.”

HADJI KHALIFA (1609-1657)


Bu ramazan bi’ başka ramazan!

“Güneşin güçlü ısısından çok fazla kızmış yer” anlamındaki “ramdâ” kelimesinden türeyen “ramazâ”, kamerî yılın şâbandan sonra, şevvalden önce gelen dokuzuncu ayının adıdır ve…

Bu ramazan-ı şerifi en steril duygularımla kutlar, “sosyal mesafe”nin “asosyal”leştiren etkisinden kurtulacağımız, global ve yerel ekonominin çarklarının cebimizdeki deliği büyütmeden, tatlı tatlı döneceği günlere erişmemizi cenâb-ı Hakk’tan niyaz ederim.

Mâlûm-i âlîniz takriben on yıldır Türkçe üzerine hafiyelik yapan bu fakir, ifa ettiği iş gereği kafa karışıklığı had safhadaki iç ve dış müşterilere hizmet vermektedir. İşte o işlerin bel kemiğini oluşturan bir kelimenin yazımı noktasında “kanaat önderi” olduğuna hükmedilen kurumların ve/veya kişilerin laçka tavırlarının etkisiyle yanlış üstüne yanlışla tütsülenmiş beyinlerden salata kıvamındaki artıklara meyledenlerden olmamak için burada da çıktım huzurunuza…

Bu yazıyı -yine- Şevval Hanım’ın (Sam) “Sek” albümünü dinlerken yazıyorum. Rahmetli dedem Muharrem, Arif Sami Toker’in “Talihin Elinde Oyuncak Oldum” adlı bestesini pek severdi. Bir de Recep Bey’i (Kaymak) pek beğenirdi. Güzel türkü söylerdi. Hababam Sınıfı’ndaki Şâban karakterini de askerlik arkadaşı Ramazan’ı hatırlattığı için bi’ ayrı severdi. Ah, kara toprak! Kimleri almadın ki koynuna!

Bu ayın ne mukaddes bir ay olduğunun altını kalın kalın çizmek için cümle içinde “Ramazan” yazıp bir de aziz dostumuz apostrof marifetiyle ek getirmeyerek hicrî ayların bu müstesna üyesine saygıda kusur etmeyebiliriz, yoksa büyük R’lerle, kesme işaretleriyle emoji nesline kötü rol model olmaktan, yanlışlara yanlış eklemekten kendimizi kurtaramayız pek muhterem kardeşlerim, öyle değil mi?

Global köyün şakakları kırlaşmış geveze meşrubat şirketine (RC Cola değil tabii) hizmet veren iletişim şirketinin okumuş çocukları, hicrî ayların yazımını doğru dürüst bilmediklerinden on bir ayın sultanı, hicrî ayların dokuzuncusu ramazan (60 bin TL’lik yarışma sorusu olarak karşınıza çıkabilir) ayını (Zinhar “Ramazan Ayı’nı” değil!) ha babam “Ramazan’ın”, “Ramazan’lar” diye yazmaktalar. Sadece onlarla kalsa iyi, anlı şanlı nice büyük marka, “saygılı” (!) yazım şekliyle bu mübarek ayda günah üstüne günah işlemekteler. Allah taksîratlarını affetsin.

Mahyalarda sık sık gözümüze takılan şu “şehr”i de (Suşehri Niksar, yazmazsam kıyametin kopmayacağını kim garanti edebilir ki!) kısaca yazıvereyim. Öncelikle yanlış yazımı: “Hoşgeldin Şehri Ramazan”! “Hoş Geldin Şehr-i Ramazan” veya “Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan” yazan bir mahyaya tesadüf ederseniz o ışıklı harfleri dosdoğru dizdiren şahsa bir hayır duası göndermeyi ihmal etmeyiniz.

30 günlük zaman dilimine, kısacası yılın on iki diliminden birine Arapçada “şehr” adı veriliyor. Demem o ki bunun şehrimize hoş geldin ramazan, demekle bir ilgisi, illiyeti, bağı, korelasyonu yok! Dört adet birbirine benzeyen kelimeyi niye mi yazdım? Reklam camiasında anlam güçlendirdiğine dair söylentiler var böylesi benzer kelimeleri peş peşe sıralayınca, benden duymuş olmayın da…

Unutmadan, bu mübarek ayda oruç tutup tövbe edenlerin günahları “delete” edilirmiş! O bakımdan tövbe edin. Hayır, Edin Džeko’lu bir espri yapmayacağım, lütfen ısrar etmeyin, hem zaten unvanım bu kabil esprileri yapmaya da toplu kahkaha terapileri düzenlemeye de muktedir değil.

Bugün 27 Nisan Pazartesi, hava mis gibi ve ben nisan ayını pek severim. Ne de olsa içinde “insan” var!

Allah’a emanet olunuz.


“Sisli Kır”

Zıll-i Hakk Hazret-i Osmân Hân’ın

Sisli Kır nâm atı anılmışdır

Emr-i Yezdân ile mevt irişicek

Bu makâm içre gömülmüştür


Yaauu Ahmet Bey, ekran âdabı denen bir hassa var, biliyor muydunuz?

Yıllar evvel “sağ” cenahın bir TV kanalında “İskele Sancak” programını sunan “Yaauu Ahmet”, yıllar içinde Nişantaşı’nın ve “merkez” medyanın aranılan ismi oluverdi, gel zaman git zaman CNN Türk’te “Tarafsız Bölge” programını da sunmaya başladı.

“Hürriyet’teki 50 kişiye yaklaşan toplu işten çıkarmaların ardından istifa eden Vahap Munyar’ın yerine Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeliği görevine Ahmet Hakan getirildi.” Kasım 2019’daki bu görev değişiminden sonra, kameralar önündeki “serbest” tavırlarında gözle görülür bir gevşeme ayyuka çıktı kanaatimce.

Son günlerde Covid-19 üzerine yaptığı TV yayınlarında bir “şey” dikkatimi çekmeye başladı. New York’a bağlanıp muhabir Ali Çınar’la “özgürlükler ülkesi Amerika”daki salgına dair konuşurken, sık sık “yaauu” deyip cümleye besmele çeker gibi başlaması zannederim bir tek beni rahatsız ediyor. Çok sevdiği, saygı duyduğu Prof. Mehmet Ceyhan’a soru sormadan evvel de “yaauu” demekte ki yok artık diyoruz ailece! En büyük alâmet-i fârikası ise beyaz gömleğine ısrarla o “medeniyet yuları”nı takmaması… Maşallah, diyoruz kendilerine!

Hürriyet yazdıysa doğrudur da dedi geçen günlerde, “yu es ey”den bağlanan çok sevdiği asla ve kat’a sinirli olmayan profesör beye… Haziranda (Haziran’da değil ha!) Bebek’te mi, Nişantaşı’nda mı ne çay içeceklermiş “sosyal mesafe”yi koruyarak… Artık baş başayken ha babam “yaauu” der durur Ahmet Hakan Coşkun. Belki papyon takmaya da başlar ileride, belli olmaz.

Yaauu, koskoca (Eskidendi, Çok Eskiden diyor Sezen Aksu tabii) Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmenisiniz, CNN Türk’te onca akademisyeni konuk ediyorsunuz ve kahvehane arkadaşlarınızla okeye oturmuş bir kabadayı tavrıyla “yaauu” deyip duruyorsunuz… Hiç yakışık alıyor mu Allah aşkına?