Tag Archives: Alıntı

Türkiye’dir Ahmet Hamdi Tanpınar.

Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım –Huzur ve Beş Şehir– hilafında sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların safındayım.

Halbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum. Ben maruz müşahidim. Sempatilerim var… İnkılâpların taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem. Feda edemeyeceğim şeyler var:  Sağlara karşı hiç olmazsa inkılâpların bugünkü statüsü. Sollara karşı Türk milletinin istiklali ve tarihi hakkı. İmkân bulsam, yaşım müsait olsa ve bir organ sahibi olsam müdafaa edeceğim tek fikir: Kalkınma ve plan. İnkılâpçılardan ayrılıklarım: Allah’a inanıyorum. Fakat tam Müslüman mıyım, bilmem. Fakat anamın, babamın dininde ölmek isterim ve milletimin Müslüman olduğunu unutmuyorum ve Müslüman kalmasını istiyorum. Garplıyım. Hıristiyanlığın daha iyi, daha zengin miraslarla, daha iyi işlendiğine eminim. Burada kendi kendimle tezattayım. Süleymaniye’den başka garpla ölçülecek bir iki musiki eserinden başka bir şey tanımıyorum… Hülasa evolué ettim, fakat değişmedim.

Ahmet Hamdi Tanpınar


“Al topuklu beyaz kızlar”

Hadiye’nin parmakları tuşların üzerinde öylesine yumuşak, okşarcasına dolaşmaktaydı ki… Sesi de artık hüzünlü ve acılıydı. Söylediği şarkı yavaş yavaş başka makamlara geçiyordu. Sonunda tümüyle değişmişti. Bu artık bir türküydü. Bir Rumeli türküsü… “Mayadağ’dan kalkan kazlar, al topuklu beyaz kızlar.”

Artık ne Mayadağ’da geniş beyaz kanatlarını mavi göklere açan kazlar vardı, ne bu türküye kendini kaptırıp ayak uydurarak hora tepen al topuklu beyaz kızlar. “Kanadın ucu sızlar.”

Hadiye’nin yüreğinin ucu değil, her yanı sızlıyordu. Neden böyle yüreği yanıyordu? Yoksa istanbul’un da, kendi sevgili Selanik’i gibi elden gideceği korkusu muydu?

Cahit Uçuk


“Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan”

III

Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
Değişmek
Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Edip Cansever, Umutsuzlar Parkı


Ben de “gazetemi seveyim”!

İsyanım var, gazetelerin Internet sitelerinin dayanılmaz hafifliğine! En kelek okura seslenebilmek için herhalde, işi iyice ‘kötü magazine’ yatırmışlar. Basbayağı ayıp oluyor. Gazetenin kendisiyle sitesi arasında dağlar kadar fark doğuyor. Haber gibi haberi arayıp bulabilmek için çarçurların arasından sıyrılıp geçmen gerekiyor.

Domatesin faydalarını, manken bilmemne hanımın poposunu, piramitlerin fotoğrafını, bu ünlünün çocukluk resmini tanıyabildiniz mi zevzekliğini, televizyonun hangi müptezel lumpen eğlencesinin ne kadar izlendiğini, hele hele artık mide bulandıracak kadar bıktıran “Bulgar kâhin Vanga” soytarılıklarını aşacaksın ki habere gelebilesin!

Birkaç günlüğüne yurt dışındayım, izin almadığıma pişman oldum. Yazı yazmaktan yüksündüğümden değil, gazetelerimi şu sefil sitelerden izlemek zorunda kalmaktan. Basılı kâğıt ortadan kalkacakmış da, bilinen şekliyle gazete ölecekmiş de, artık herkes herşeyi bir tıkla izleyecekmiş de, istikbal ‘siber âlem’ çocuklarınınmış da… Hadi canım sen de! Çarşaf gibi açıp okuyacağım gazetelerimi istiyorum, bunların beşinci sınıf Internet baskılarını değil.

Engin Ardıç, Gazetemi seveyim, Sabah, 18.01.2012

Ulan “Ardıç Kuşu” hislerime tercüman olmuşsun. Sola sağ kroşeler çıkarıp centilmenlik dışı bel altı yumruklar çakarak geçmişine ihanet etsen de, “kültürlü hergele” Ferhan arkadaşını kızdırsan da… Bu yazıdaki saptamalarına mest oldum, ne yalan söyleyeyim.


“Nereye basıp yürüyeceğiz?”

“Bünye değiştiriyoruz. Doğu’nun bol zamana, geniş mekâna, fatalizme göre ayarlanmış aheste salıntısından Batı’nın makina gibi tıkır tıkır işleyen ritmik dinamizmine aktarmanın içindeyiz, daha doğrusu başlangıcındayız, asıl civcivli noktasına gelmedik daha, eski zaman kalıntıları her tarafta yol kesiyor ve bizi eski zamanın âhengine geri tepiyor.

Asfaltta uçar daim biraz yürüyorsunuz, derken stop. Arnavut kaldırımı başlıyor. Sağda yıkıntı solda yapı. İğri büğrü taşlardan daracık bir yaya kaldırımı, hışım gibi gelen taşıtlardan şuraya canımı kurtarayım derken o beğenmediğiniz yaya kaldırımına inşaat malzemesi yüklü bir kamyon geliyor bindiriyor. Şurada boru patlamış, sel basmış, burada blok taşlar geçilmez, ötede işporta beride yolcu alan dolmuş. Nereye basıp yürüyeceğiz?”

Sinirlerimiz, Safiye Erol, 1962


“Nesir ve şiir her gece öldürülür”

“Ekmek ve su verilir şaire hâkimin evinde / Ama nesir ve şiir her gece öldürülür acımasızca

Ekmek dedimse yeminle söyleyeyim size / Kıldan incedir o evde”

The Message, 1976


Âşık olma!

DİKKAT: Bu alıntı/yazı “Twitter” ve “Facebook” kullanıcıları için uygun olup “kişisel gelişim” kitaplarına çantalarında yer açan kadın okurlar için biçilmiş kaftandır.

Ey oğul, âşık olmamaya çalış. Eğer ansızın âşık olursan gönlüne uyma. Çünkü gönlü aşka gönderince, kişi kendi de ona uymuş olur. Gönül şehvetine uymak, akıllı kişilerin işi değildir. Şimdi… Ne çaban varsa göster. Gönlü aşka bağlamaktan sakın. Âşıklık hiçbir belaya benzemeyen tehlikeli bir iştir. Meselâ bir yıllık kavuşma rahatı, bir günlük ayrılık sızısının zahmetini karşılamaz. Hele âşıklığın ayrılığı ve vuslat baştan başa dert ve mihnettir.

Gerçi aşkın derdi hoşça derttir. Çünkü ayrılıkta isen zaten azaptasındır. Vuslatta isen ayrılığın korkusundan yine azaptasındır. Eğer sevgili huysuz olursa -Allah korusun- onun gibisinin anlamsız nazı ve pis huyu yüzünden, vuslat lezzetinden bile hiç haz ve tat bulamazsın. Ayrılık, sonu ayrılık olan vuslattan bin kat daha iyidir.

Keykavus, Kaabusnâme, 1082

 

 


“Enginar uyuzu”

“Birdenbire tanburu elinden bıraktı. Sert ve acele bir el hareketiyle pijamasının pantolonunu ve kilotunu sıyırdı, şişkin ve kıllı bacaklarını, iki yana iyice açtı, bir eliyle tenasül aletini iyice avuçlayıp yukarı aldıktan sonra, öteki eliyle torbalarıın altını kaşımaya başladı. Fakat ne kaşımak! Sanki azgın bir hayvan uzun tırnaklarıyla toprağı oyuyordu. Adam bu sefer iki eliyle bacaklarının iç ve yukarı tarafından uyluklarına kadar uzanan nahiyeyi öyle bir tırmalayış tırmaladı ki, Ferit biraz sonra oralarda iki derin et çukuru açılacak ve içinden bilek kalınlığında kan fışkıracak sandı. Biraz kulak verse, belki tırnakların deri üzerinde hoyrat sürtünüşünün -hart, hart, hart- sesini de duyacaktı. Bu kaşınma krizi içinde adamın bütün vücudu, ellerinin ve kollarının şiddetli ihtilâçlariyle bir tempoda sallanıyordu. Bir aralık herif arka üstü yattı ve daha rahat kaşınmaya başladı.

Ferit doğruldu. Uyuz muydu tanburi? Hayır. Olsa olsa, Epidermopnitie inginalis, yani éczéma marginé de Hebra. Oyluklara musallattır. Fakültede çocuklar buna ‘Enginar uyuzu’ derlerdi.”