Author Archives: adnanalgin

Emzik 4.0: Modern İnsanın Dijital Bağımlılığı ve Kaçış

Sabah uyanır uyanmaz elimiz telefona gidiyor.
Gözler daha açılmamış, ruh yerine gelmemiş, kalp hâlâ gecenin yükünden kurtulamamış…
Ama parmak, o küçük ışığa uzanıyor.
Sanki içimizde görünmez bir bebek ağlıyor da onu susturacak tek şey başkasının varlığıymış gibi.
Bir çocuğun uyku arasında emziğe uzanması gibi.
Kendimizi susturmak için dijital bir sessizliğe uzanıyoruz usulca.

Bir Uzuv Olarak Akıllı Telefon

Gün boyunca elimiz aynı harekette:
Telefonu masaya koy, sonra al, sonra koy, sonra al.
Artık bir aksesuar değil; bir uzuv.
İnsan, avuç içiyle düşünüyor artık.

Tuhaf olan şu:
Kimse gerçekten haber okumuyor.
Kimse gerçekten konuşmuyor.
Kimse gerçekten içerik tüketmiyor.
Hepimiz sadece bir anlık tesellinin peşinden gidiyoruz.
Dijital emzik ağzımızdan düşünce huzursuzlanıyoruz; çünkü o anda kendi düşüncemizin sesini duymamızdan korkuyoruz.
Ve o kısa, çıplak, sessiz oda — modern insanın en korktuğu yer. Bu yüzden kalabalıkların içindeyiz.
Ama temassızız.
Çevrimiçi kalıyoruz, içimiz çevrimdışı.

Sosyal Medya ve Avunma Pratiği

Hiçbir şey yapmadan durmak, “modern” insan için dayanılmazdır.
Duramıyoruz.
Kıpırdamadan durduğumuz anda düşüncelerimiz seslenmeye başlıyor.
Biz o sesi duymamak için ekranı açıyoruz.

Bir tür susturucu… Takıyoruz birer birer… Tesbih çekmek “alaturka”, parmaklar “scroll”a kilitliyken
“post-modern”! İnsan kendi içine bakmamak için her şeyi yapıyor.
Sosyal medya bağımlılığı tam da burada başlıyor.
İnsan kendi içine bakmamak için her şeyi yapıyor.
Kafeler dolup taşıyor, toplu taşıma dopdolu, ekranlar magazin fazlası…
Hiçbirimiz birbirimize değmiyoruz.
Kahkahalar, kapağı bombe yapmış konserve kutusu… Ekran ışığı bir ninni gibi başımızı okşuyor.
Yetişkinliğin kundaklanmış hâli bu.
Bir avunma pratiği…
Arzu, doyum için değil; sürmesi için var. Biz telefonla mutlu olmaya çalışmıyoruz aslında.
Eksikliğimizi ovuyoruz. Kimimiz tülbentle kimimiz ipekle… Oyalanıyoruz.
Oyalanmak iyileştirmiyor.
Sadece geciktiriyor. Kalbimiz kırıldığında o kırığı onarmanın bir yolunu aramıyoruz.
Üzerine mavi ışıkları tutuyoruz lehim niyetine.
Kırık, ışıkta parlıyor diye iyileşti sanıyoruz.
İyileşmiyor.

İyileşmeyen Yaralar ve Mavi Işık

Keder büyürken elimiz yine telefona gidiyor.
Oysa kederin hakkı büyümektir. Kanaya kanaya…
İnsanın içi acısın biraz; acı, düşüncenin olgunlaştığı yerdir.
Sessizliğin nimeti orada öğrenilir.

Kalbimizi parça parça taşıyoruz ve o parçalara dijital emzikler takıyoruz.
Bir bildirimle bir kaydırma hareketiyle avunuyoruz, avutuluyoruz.
Acının bize ait olmasından korkuyoruz.
Korkunun ecele faydası var mıydı?
Acı bizim.
Keder bizim.
Yoksunluk bizim.

Dijital emzikler?
Onlar susturucu.
Sabah uyanır uyanmaz, ilk iş olarak telefona değil, kendimize dokunalım.
Kalbimize, yüzümüze, acımıza… Hayat orada başlar.
Sessiz.
Derinden.
Kimseye göstermek zorunda olmadan.


Allahaısmarladık.

Üç vakte kadar…

Kirli Çıkı!


Meraklısına “collage”

Wayne Shorter – David Bowie
Melek Keçeci
Tevfik Fikret


Al Godiva’yı vur D&R’a!

GS’nin emekliliği gelmiş futbolcusu Arda Turan’ın evlere şenlik Türkçesini düşününce ister istemez hem Godiva’nın “melez” Türkçesi hem D&R adlı firmanın abidik gubidik ve dahi dandik Türkçesinin milyon avroluk birikimleriyle hayatını idâme ettirenlere hizmet vermekte kâfi geleceğine hükmetmekte beis yok.

Firma isimlerinin “Di en ar” olarak telaffuzuna büyük ehemmiyet gösterenlerin ve onların “iletişim” çalışmalarını yürütenlerin kötürüm Türkçelerinin içler acısı röntgeni karşısında insanın edeceği küfrü seçmesi sahiden çok zor!

Daha kesme işâretinin (Bkz. apostrophe) nerelerde kullanılacağını bilmeyen bu cahiller (“Aşk’a” yazmak nasıl bir beyin felcidir bilemezsiniz!), “her şey”i de “everything” zannedip yapıştırmışlar. Durun, müjdemi isterim: Bu ekran görüntüsü (“SS” diyorlar) iki gün öncesine ait. Dün görüldü ki “her şey” diye yazmışlar; ancak hâlâ “Aşk’a” skandalı berdevam! Belki birkaç gün sonra “özel-cins isim” hususuna dair birileri ikaz eder de bu çocukları, onu da düzeltiverirler, kim bilir!


Godiva’nın Türkçesi

“Godiva Chocolate 1926 yılında kurulmuş, dünyanın en prestijli çikolata markasıdır.” Böyle yazıyor http://www.godiva.com.tr’de.

Bu kareyi de Akasya AVM’de dondurdum. “CAFE”deki “E” harfinin aksanı yerli yerinde maşallah. İyelik ekine Godiva’nın da alerjisi var. Bakın, nasıl bir melez bir Türkçeye meyletmişler: “Mağaza kapalı alanlarına”! Vay vay vay!

Haydi, bunları görmeyelim, iyelik ekini hepten hayatımızdan çıkardık. Yahu, şu “Hoşgeldiniz” rezaleti nedir Lady Godiva aşkına! Ne “prestij” kalır bu kafayla ne lezzet o çikolatalarda… “Global lezzet” tamam da Türkçe? “Premium Türkçe”ye de ağırlık verin biraz olmaz mı?


+1

“Halfaouine est juste magnifique, elle me donne la chaire de poule , à chaque fois que je l’écoute”


Bıldırcınının beyliği arpa biçimine kadardır.


“Afili” hatalar ve “afili” romanlar!

Murat Menteş, Alper Canıgüz, Emrah Serbes… Bu üç “filinta” “Afili Filintalar”ın önde gelen isimleri olarak bilinir. Öyle “afili” ve dokunulmazlardır ki tükürseler “şaheser” addedilir yazdıkları. Oğullar ve Rencide Ruhlar adlı kitabıyla “fanatik” bir okur kitlesi edinen Alper Canıgüz’ün Kıyamet Park adlı kitabının giriş cümlesinde büyük bir hikmet (?) görülmüş olmalı ki o “bağlaç” mağlubu cümlesini afişlere kadar taşımışlar. Şöhretin görünmez kanatlarıyla arşa yükselmek böyle bir şey işte! Bir cümlede iki adet bağlaç (“çünkü”, “ama”) kullanıp da bunların noktalamalarını hakkıyla kullanamazsan bunu “büyük yazarlık”la veya “yazarın dil tasarrufu” ile izah edebilirsin ancak!

Heyhat, Alfa’nın bir editörü yahut bir metin tamircisi yok mudur ki böylesi bağlaç mâlûlü bir cümleye cevaz verilebilmiş! Allah, hiç kimseyi bu kadar acemice bir cümleyle romana başlayacak kadar kibirle donatmasın.

Irmak Zileli ise Twitter’da hiç acımadan sağlı sollu girişmiş tâbir câizse “Afili Filintalar”a 24 Temmuz 2019’da:

“Afili Filintalar’ın edebiyatın başına ördüğü şu çoraptan ne zaman nasıl kurtulacağız merak ediyorum. Özellikle son dönemde okuduğum öykü ve romanlarda dikkatimi çeken bir şey var. Ardı arkası kesilmeyen aforizmalarla yapılan bir ‘felsefe’.”

“Çoğunlukla aralarında neden-sonuç ilişkisi ve bütünlük yok. Cümleyi ilk okuduğunuzda mühim bir şey söylediği ve bunu etkili şekilde söylediği hissi uyandırıyor. Durup anlamını kavramaya çalışırsanız, ne demek istediği belli olmayan süslü bir cümle olduğunu fark ediyorsunuz.”

“Büyülendiğinizi sanıyorsunuz ama burada yaşanan büyü değil, az sonra geçiverecek olan bir şoklama. Bu cümleleri sarf eden karakterler de oldukça yapay oluyor haliyle. İki insanın gündelik hayatın içinde sürekli olarak böyle cümleler kurması inandırıcı değil.”

“Elini şakağına dayamış, kısık gözlerle ufuklara dalan, pürüzlü sesiyle bizi etkileyen biraz serkeş, saçı başı dağınık erkek karakterlerin kadın versiyonları da çıktı. Bunlar da çoğunlukla çok tatlı, sempatik, eğlenceli, büyüleyici, lunapark gibi kadınlar. Bir o kadar da ‘derin’!”

“Ayrıca mizahi tarafları da pek güçlü. Ve öyle cümleler kuruyorlar ki, sanırsın feleğin çemberinden geçmiş. Fakat cümlelere yakından bakınca yine içi boş. Ne dediği pek anlaşılmıyor. En sıradan duygunun bile en afili şeklini bulabiliyorlar.”

“Yusuf Atılgan’ların, Oğuz Atay’ların, Sevgi Soysal’ların, Leyla Erbil’lerin topluma uyum sağlayamayan “tuhaf” karakterleri değil bunları. Bunlar tuhaf ve uyumsuz pozu veriyorlar sadece. Karakterler o kadar yaşamıyor ki hikaye akmıyor bir türlü, konuşan kafalar görüyoruz o kadar.”

“Sanıyorum şunu da vurgulamak gerek. Edebiyatta anlam paragraftadır, hatta metnin bütünündedir. Anlamı tek tek cümlelere yüklemeye kalkışmak, reklam spotu gibi cümleler kurmak, bunların içi dolu bile olsa öyküye, romana hizmet etmez.”

“Aforizma bağlamsızdır, bütün gücünü buradan alır, bu eksik bir güçtür ama güçtür. Edebiyat metninin gücü bağlamdadır, her bir cümlenin bağımsızlığını ilan ettiği yerde akıp gitmez ve karakterler oluşmadığı gibi, bütünlüklü bir dünya kurulamaz. Oysa edebiyatın işi dünya kurmaktır.”


Bir mücevher: Ziya Osman Saba

Önce ekmekler mi bozuldu, yoksa insanlar mı? Lisanın bozulduğu aşikâr. Rezzan Hanım’ın o güzelim İstanbul Türkçesini konuşan kalmadı. En mühimi, merhum Ziya Bey’in uğruna şiirler yazdığı o cânım İstanbul kalmadı. Lirizm şaheseri şiirlerindeki din, iman, Allah mefhumları da… Her şey kirli bir ticaretin öznesi olup çıktı. Allah gani gani rahmet eylesin, ruhu şâd olsun.

Meraklısına: ’70’li yılların TRT’sinde bir dizi vardı: Sihirbaz. Bu dizideki “Bill Bixby” karakterine sesini veren Aykut Sözeri, bu belgeseli de seslendirmiş.


Vizyonist sosyolog!

Bir vakitlerin amiral gemisi Hürriyet’in genel yayın yönetmeniydi “sosyolog” Ertuğrul Özkök. Attığı, attırdığı manşetlerle kulakları epey çınlatılmıştı. Köprülerin altından çok su aktı, irtifa kaybedip kocaman köşesinde andropoz tünelinden geçerken “entel fantezi”lerini yazarak on binlerce lirayı cebine indirerek Milimetric’ten “çok ucuza” diktirdiği kostümlerle halay malay çekti. Son kullanım tarihinin çoktan dolduğu iyice ayyuka çıkan beyefendiyi şak diye kapı dışarı ediverdiler A. H. Coşkun’un kaptanlığını yaptığı Hürriyet’ten ve hiç kimsenin umurunda olmadı. Şu “komedi” listesine Recep İvedik 6‘yı koyan birini kim takardı ki!