“KJ” nedir, bilen var mı? Spikerlerden duymuş olabilirsiniz. Reji ile kulaklık marifetiyle konuşurken “ka je’yi düzeltelim” falan derler. “KJ”; ekranın altında bazen sabit bazen akıp duran alt yazı… “Karakter Jeneratörü” yani. Okunurken “K”, “ka” diye okunur da “J”, “ja” diye okunmaz ne hikmetse!
TRT dahil olmak üzere, istisnasız, o çok afili “tematik” kanalların da “KJ”leri fecidir. TRT’nin “okul”luğu, “ekol”lüğü falan kalmamıştır artık. Hayatımızı kuşatan özensizlik, ciddiyetsizlik tabii ki özel televizyonları da saracaktı. Esasen bu kokuşmuş yapı buralarda üretilir ve ekranlardan kitlelere boca edilir olmuştur. Ah Ünsal Oskay, ruhun şâd olsun! Ünsal Oskay’ın kitaplarını okumayan iletişim şimşirlerinden ne bekleyebiliriz ki? Ne, Fatmagül’ün Suçu Ne‘nin yeni sezonu mu başlamış? Kuzey/Güney yıkılıyor muymuş? Vay anasını be! Peki, Garp Cephesi? Ne “gark”ı lan? Garp, dedik! “Hard” da değil! Hart to Hart vardı bir zamanlar. Ah Stefanie Powers!
Arapça “şâşaa” kelimesini cümle içinde kullanmış mıdır “KJ” operatörümüz? Her neyse. Osman okula başlamış, Aylin öldü mü? Ali n’apıcak kız? Cemile’deki talihe bak be anacım! “Parıltı/lı, parlak” anlamına gelen bu kelime yerine “gösterişli” yazılsa İMKB-100 kaç puan düşerdi? Peki ya, gecelik faiz? Açık deterjan ile açık pirinç fiyatlarını aşağı çeker miydi “şaşaa” yazmak?
Birkaç hafta önce, koyu güneş gözlükleriyle ve portatif müzik çalarımdan ruhuma yayılan “Huzur” dolu notalarla dahi artık tahammül etmekte zorlandığım bu aşüfte Stanbul’dan Şile-Ağva güzergâhına doğru yola koyuldum. Betonun panzehirini aradım. Her tonunu… Anayurt Oteli’nin “hizmetçi”si Serra Yılmaz da arkadaşlarını bu beldedeki evinde ağırlıyormuş, ne tatlı tesadüf!
Göksu Deresi’nde “vosvos”a benzetilmeye çalışılmış sarı deniz bisikletinde pedal çevirdim bir saat boyunca. Bacak kaslarım tatlı tatlı ağrıdı. Gözlerim ışıldadı. Rutin iş hayatının dişlilerine çomak sokmak kanamalı ruhuma iyi geldi. Pansuman, asuman, pansiyon… Şıllık Stanbul’u ispiyonladım Ağva’ya. Canıma değsin! Bu daha ilk revizyon. Temiz hava ciğerlerime alerji yaptı. Ne güzel bir alerji! Sinerji mi? Onu, kitap okumamakla övünüp duran Ali Bey’e sormak lazım. Yanaklarıma kan yürüdü. Gözlerime de yeşillikler… Hem sofrada hem doğada…
Eğer bir restoranda balık yemezsek, buna tatil denilebilir mi? Bir günlük kaçamak da olsa, yaz tatilinde balık ister gönüller! Gözünüze kestirdiğiniz bir balık restoranına duhul eylediğinizde, önünüze “mönü” gelir gayet zarif bir şekilde. Gittiğiniz tatil yöresi neresi olursa olsun fark etmez. Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Latince yemek adlarını dosdoğru yazan bir restorana henüz rastlanılmamıştır. Paper Moon vb. ekürilerine -henüz- avdet eylemediğim için onları muaf tutuyorum. Fiyatlar “turistik” de olsa, kırk yılın başıdır işte, zaten sayılı izin günleridir hayatımızın en neşeli günleri ve kredi kartlarının limitleri sonuna dek zorlanacaktır, Viyana kapılarını zorlayanların torunlarınca.
Bu yalan yanlış yazılmış balık isimleri içinde, dudak kaslarımı gevşeten müstesna bir deniz canlısı var: Sparus aurata. Bilgiçlik taslamanın lüzumu yok, haklısınız. Bu güzide balığın ismini yazayım: ÇİPURA. Akdeniz’in, Ege’nin ve seyrek de olsa Marmara’nın sakini Çipura’mız porselen tabakları olduğu kadar, önce gözleri, sonra da mideleri şenlendirir, envai çeşit mezelerle el ele. Şenlendirmesine şenlendirir de ismini dosdoğru yazan bir vatan evladını gördüğünüzde yanaklarından öpesiniz de gelir neredeyse!
Balıkçı tezgâhlarından küçüğünden büyüğüne pek çok lokantanın (ayıp değil, rahat rahat “lokanta” yazabilirsiniz) yemek listesindeki “Çipura” yazılışlarına bir göz atalım. 1- Çupra. 2- Cupra. 3- Çipra. 4- Çupura. 5- Cupura. 6- Çupira. 7- Cipura.
Alâküllihal balık ismi olsun, bitki ismi olsun fark etmez. Bir ismi olan her şeyi, doğru telaffuzla söylemek, dosdoğru yazmak gerekir.
Saat 10.29. Reklamcılar Derneği’nden elektronik posta kutuma düşen e-postanın “konu”su: “23. Kristal Elma Ödül Töreni 28 Haziran’da Suada’da. Biletinizi aldınız mı?” Hayır, almadım.
Güven Borça’nın, 03.06.2011 tarihli “Bullets” yazısında reklamcıların Türkçe hassasiyeti noktasındaki özensizliklerine değindiği bir “bullet”ını okuduğumda takriben dört yıl öncesine, 15.05.2007 tarihli, “Bir türlü sev(e)mediğim laflar”yazısına gidiverdim. “Kofra” kelimesine dair birkaç cümle yazmıştım. O vakitler gümbürtüye giden “katkı”mı sizlerle de, yüzlerce, on bin yüz milyon “takipçim”le de paylaşayım: “‘Mazeretim var asabiyim ben’ şarkısı eşliğinde yazılmış bir yazıya benziyor. Bilgilendirici olması umuduyla diyeceklerim var: Öncelikle ‘kutucuk’ ne kutucuğudur? Annemizin/eşimizin takılarını sakladığı ‘kutucuk’ da olabilir mi? Niçin olmasın? Yazalım: Halk arasında, ‘sokaktaki adam’ tarafından ‘kofra’ olarak bilinen bu sözcük (coffret), bir yapıya bağlanan elektrik hatlarının ve ana sigortaların toplandığı kutuyu/kutucuğu ifade etmekte kullanılır. ‘Gaufre-gofre’ ise, baskılı kâğıt ya da kumaşı ifade eder. Etimolojik açıdan “kâğıt helva ve arı peteği” anlamı da taşır. Buradan da çikolatalı ‘gaufrette’e ulaşırız sakince… ‘Yaşam’ da benim sev(e)mediğim bir kelimedir. Meramı iletmekteki güdüklüğü bir yana, hecelendiğinde ortaya çıkan kelime, bir vakitler muhafazakârlığıyla bilinen TV kanalında “yassah hemşerim” duvarına toslamıştı.”
Birkaç ay sonra Güven Borça’dan bir e-posta aldım. Şöyle yazıyordu: “Az önce yazılarıma gelen yorumları okurken ‘kutucuk’ ile ilgili katkınızı gördüm. Daha önce gözümden kaçmış kusura bakmayın. Dil konusundaki birikiminizi ve hassasiyetinizi gösteren başka yazılar da hatırlıyorum. Acaba benim iki yıldır süren YTL takıntım hakkındaki görüşünüzü öğrenebilir miyim?” Dil konusundaki hassasiyetime göstermiş olduğu teveccühe teşekkür edip şunları eklemiştim: “15.09.2005 tarihli M. Türkiye web sitesinde ‘YTL üzerine sorular’ başlıklı yazınızı okudum. O kadar haklısınız ki! Bahsettiğiniz bu husus, devasa gündem maddelerinin en fazla üç gün soluk aldığı bir memlekette, maalesef ‘sektör içi’ tartışma babında kalmaya prangalı bir konudur. Yalapşap bir hayatın karton figürlerine döndürülme süreci içindeki birey olamamış ‘bireyler’ için ‘yetele’ meselesi o kadar tali kalıyor ki! Şu kadarını söyleyebilirim: Sizde arıza yok! Arızalı olanlar bu ‘yetele’ kepazeliğine kayıtsız kalmakta direnenler, umursamayanlardır!
Hadiseye nereden bakıldığıyla ilintili tabii bu husus da… Siz ve ben, ‘yetele’ karmaşasına ses yükseltenler, “arızalı” görülebiliriz. Başka işimiz yok mudur da böylesi detaylarla uğraşırız?! Öte yandan da, şeytan ayrıntıda gizlidir, ‘motto’su işyerlerindeki panolarda ‘entelekt’ bir figür olarak sergidedir, o ayrı! Bu ‘yetele’ saçmalığı hayatımızın her detayında gördüğümüz umursamazlığın, sorumsuzluğun, incelikten yoksunluğun, benim işim değil anlayışının neticesidir.
Hayatımızı ‘doğrudan’ ilgilendiren ‘hayati’ konularda bile suskun kalanların, bu ‘küçük’ detay için kafa yormalarını, ne yazık ki acı bir hakikattir artık, bekle(ye)miyorum. Haklı isyanınızın yanında olduğumu bilmenizi isterim tabii ki!”
Yıllar sonra geldiğimiz noktaya bakalım. Güven Bey, “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar Mı?” kitabını imzaladı, bu fakir de “FTS”sini… Hakikaten tam bir “marka uzmanı” vardı karşımda. Ofisindeki kısa ama doyurucu tanışma faslından sonra aralıklarla yazıştık. En son “Markaname”nin manifestosuna “tashih” desteği vermem rica edilmişti. Verdim. “Name” ile “nāme”nin farkından, espas bolluğundan bahsettiğim bir e-posta gönderdim. MARKAM’ın “Markaname“sinin “İsimBulmaSüreci“nin üçüncü satırında bir “espas” ile iki noktalama yanlışı -maalesef- hâlâ yerli yerinde!
Güven Bey ile bu satırların yazarının kişisel ilişkisini es geçip reklam sektörünün haylaz çocukları, RYD’nin kitaplarına iltifat göstermeyen “reklam yazarları”na gözlerimizi çevirelim ve kaç arpa boyu yol alınmış acaba, ona bakalım. Durum iç açıcı olmadığı gibi, iç acıtıcı bir seyir izliyor maalesef. Cioran, “bir virgül için ölünebilen bir dünya” ütopyasında yapayalnız. “Twitter”da “Survivor” geyiği çevirip “Facebook”ta görsel/video paylaşmayı Bilge Karasu, Refik Halit Karay (soyadını tersten okuyun, eğlenirsiniz belki) okumaya tercih eden reklam yazarları nesli varolduğu müddetçe bu işler çok zor Yonca! Entel dantel kisvesiyle caka satmak için bir ölçü de Bülent Ortaçgil iyi gider!
Güven Borça’nın dört yıl önceki feryadını hâlâ ve hâlâ duyan yok! Reklam sektörüne bakarsanız irili ufaklı duayen çok! Hakiki duayenler de reklam sektöründen yavaş yavaş elini eteğini çekiyor. O yüzden “yeni fırçalanmış gibi ferah nefes” ucubesi karşımıza dikiliyor bütün sakilliğiyle! Milimetre hesabıyla ilerlemek ne kelime, fersah fersah gerileme ve çürüme timsah ağzıyla reklamlardaki Türkçe kullanımını yiyip bitiriyor gözyaşları eşliğinde.
Güven Borça, 03.06.2011 tarihli Marketing Türkiye’deki “Bullets” yazısının bir “bullet”ında yıllar önceki feryadına, maalesef, devam ediyor. “Reklam yazarı” ile “metin yazarı” ayrı şeylerdir diyenlere geliyor: “Ne sosyal sorumsuz bir tayfaymışsınız siz reklam yazarları yahu? Ne dil umurunuzda ne de herhangi bir sosyal mesele. Neredeyse bütün inşaat projelerine İngilizce adlar vermeye de devam ediyorsunuz.” diye yazmış Güven Borça, “lira” yerine -hâlâ- “TEELE” denmesine dayanamayarak.
Keşke sorumsuzluk, özensizlik, sallapatilik sadece reklam yazarlarıyla sınırlı kalsa… Koskoca Reklamcılar Derneği, IQ’su yerlerde sürünenlere, seyrederken hiçbir düşünsel çaba harcamayı göze al(a)mayanlara yönelik “Survivor” adlı programı temel almış, reklam çalışanlarına gönderdiği e-postada. Yetmemiş. “Suada” üzerinden “su”, “ada” ve anlı şanlı “Survivor”dan yola koyulup bir espri (?!) yapıp “23. Kristal Elma Ödül Töreni”nin 28 Haziran’da düzenleneceğini şöyle duyurmaya karar vermiş: “Bu adada survive etmek kolay. Önemli olan adadan elmasız dönünce nasıl survive edeceğiniz.”
Aman ne yaratıcı! Aman ne matrak! Aman ne fırlama bir kelime oyunu! Reklam sektörünün bütün reklam yazarları! Reklam sektörünün bütün kreatif direktörleri! Silkinin, kendinize gelin artık! Taharet bezine çevirdiğiniz Türkçenin bayrağını artık yerden kaldırın!
(…) “Kreatif ekip” mensubu bir kişi, ki bu “yazar” olsun, iyi bir “reklamcı” olmak istiyorsa mutlaka şiir okumalıdır. Bu şarttır. Nasıl ki güne zinde (“Fitness” aşağı, “fitness” yukarı; güzelim “zinde” burada!) başlamak için “traş şart” ise şiir okumak da şarttır. “Paliu dromos” fark edildi mi? Tersinden okunuşu da aynı okunan kelime ve/veya cümlelere “palindrom” denir. Şiir okuyanların, şiirle sıkı bir ilişki kuranların bu sözcük oyunlarına girişi de çok kolay olacaktır haliyle. “I”sız “traş” yazımı için “tıraş” yapmazsınız umarım. (…) Şu “palindromatik” soruya ne dersiniz? Traş neden iyi, neden şart? Ta Adana’ya pide yemeye giden Edip de çok bilinir: Ey Edip, Adana’da pide ye! Bu sinir bozan ve eğlendirici oyunu bir “crescendo”yla sona erdirelim: Lale hasta ite elle kıllı kelle eti atsa, helal!
Okuduğunuz bu satırları (sahi, daha okumadınız mı?), “yok satan” (Metin Üstündağ’ın konumuma uygun bir karikatürünü bu yazıda bulacaksınız) mütevazı kitabımız “FAX, TAXI & SEX Espassız Sayıklamalar”ın “Şiir ve Reklam Yazarı Sayıklaması” bölümünden aldım.
Birkaç yazıdır “eksen kayması” eleştirileri almaktayım. Popüler konulara dair klavye oynatmamı “yakışıksız” bulanlar olduğu kadar, ağzına sağlık türünden “gaz”ları, pardon, övgüleri iyi bir denge tutturduğuma işaret olarak yormuştum. Perihan Mağden veya Orhan Tekelioğlu kadar popüler kültür kazıcılığı, kazıyıcılığı konusunda uzman olamasam da ego şişkinliğinin, ne oldum delisi halinin farkında olmayanları ikaz etmek gerekiyor. İçimdeki “ben” ise şöyle demeye çalışıyor; çünkü içimdeki “ben”, gülmekten konuşamıyor. Anlayabildiğim kadarıyla şöyle dedi: Olm, kitabını kim duyup satın aldı ve dahi kaç kişi okudu? Bir de gelmişsin magazin güllerine, krallarına ikaz mikaz deyip duruyorsun kıçı kırık blog’undan, gebericem lan gülmekten…
FTS’de “palindrom”dan (“dönüşük”) bahsedip birkaç numune sunmuştum, kelimelerle haşır neşir olanlara, Neşâti de kim ola, demeyenlere… Hem bugün şu “mahazin” (“magazin”in kökenine inmeyi göze alırsanız, epey eğlenceli neticeler sizleri bekliyor) dumanını dağıtalım hem kaset koymadan da neşemize bakalım.
Yazının başlığı İngilizce bir palindrom! Tersi de düzü de aynı. “Kelime” dedikten sonra, “kelime elleme” diyenler de yazacağım palindromlardan zevk alacaklardır diye ümit ediyorum.
– KALAS YOK, KÜTÜK KOY SALAK!
– İYİ HALLİ BİRİ, BİLLAH İYİ!
– PARA HAZIR AMA RIZA HARAP.
– FİRAR EDER ARİF!
– KİM O KOMİK?
– KEKİK EK!
– AYLA’DA MI MADALYA?
– MIZIKAYA DAYA KIZIM.
– ALIŞIR O SANA, SOR IŞIL’A!
– AZ YE BE BEYZA!
– KOYMA VAHİT, TEYP YETTİ, HAVAM YOK.
– AÇ RAPORUNU KOY, OKUNUR O PARÇA.
– A MAN, A PLAN, A CANAL – PANAMA (Bu “dönüşük”ün “çılgın proje”yle bir ilgisi yoktur!)
FTS’deki “Mrk.” notlarından kendilerine pek çok okuma, dinleme, seyretme listesi çıkaran okurlarım, arkadaşlarım için: Bu yazıyı klavyeye düşürürken Medeski, Martin & Wood’un “The Dropper” albümünü dinliyordum. Sormayın “NEDEN AMA NEDEN?” diye.
* Sefih bir yaşam sürdüm, oturup eyleştiğim yerler de günahkârlara özgüydü.