Tag Archives: Kitap

Eeey çevirmenler, The Rambler sizi bekliyor!

“Hemen hemen herkes hayatının bir kısmını sahip olmadığı vasıfları teşhir etmeye çalışarak muhafaza edemeyeceği şeyler için alkış toplamak ister.”

Samuel Johnson, The Rambler


Tadımlık: CAM KÂSE, ÇATAL ve ZEYTİN SAYIKLAMASI

Siz hiç “şafak defteri”ne, “sivil”e dönünce neler yiyeceğinizi not aldınız mı? Hemcinslerimin bazılarının aldığına eminim. Hamburger, baklava, döner kebap, piliç çevirme… Devamında da, anneme yaptırtacaklarım: kıymalı börek, yayla çorbası, kakaolu kek, zeytinyağlı dolma ve… Cam kâsede limonlu, zeytinyağlı tepeleme zeytinle dolu zengin bir kahvaltı…

“Aile Kantini”ndeki birkaç aylık görevimde sabah saatlerinde askerî lojmana gazete ve ekmek servisi yaptığım günlerde, kapı tokmağına asılı duran naylon torbalara ekmek,  gazete bırakıyordum. Koluma taktığım sepetteki son gazete ve ekmeği de kapı tokmağına asılmış torbaya koyarken, kapıyı delip geçen bir “çın”lamanın kulağımdan kalbime doğru süzülüşüyle donakaldım. Aslında, bir süngü misaliydi kalbime dokunan, kalbime saplanan o tını… Metal bir çatalın cam kâseye çarptığı andaki sesti bu! Yudumlamaya çalıştığım ama yumruk gibi boğazıma oturan ılık bir hasret duygusuydu, kulağımı delip geçerek kalbime olanca ağırlığıyla, şiddetiyle çöken…

Annenle, babanla yaptığın şen şakrak bir kahvaltı… Ve o kahvaltıda, limonu, zeytinyağı gani cam kâsedeki zeytinlere daldırdığın çatalın cama çarptığı anda çıkardığı inanılmaz tını… Bu tınının burun direğimi çatır çutur kırabileceğini, kalbimi bir çiğköftecinin avcunda tek “sıkımlık” köfte misali büzebileceğini yaşamam için askere gitmem gerekiyormuş demek ki… Ufacık, önemsiz zannedilen bir “tını” insanı epey mahzunlaştırabiliyormuş demek ki…

FAX, TAXI & SEX Espassız Sayıklamalar


Tadımlık: YANLIŞ KULLANIM SAYIKLAMASI

“Sayısal Loto’da altı bildi.” Bu masum (?) ifadede, “gerçekliğin insan düşüncesinde yansıyarak yeniden üretimi” olan “bilme”nin magazinleştirilmesi, sulandırılması, çarpıtılması, özünden kopartılıp talih oyunlarına eklemlenen felsefî bir terimin zihin mezarlığımıza defni söz konusudur.

Bilme olarak adlandırılan sürecin içeriğinde nesneleri ve doğayı tanıma, anlama yatmayken, talih oyununun milyarda birlik ihtimalini kuponuna işaretleyen birisinin o eylemini “bilme” olarak adlandırmak, kavramların içini boşaltma operasyonunun tipik bir örneğidir. Planlı bir saptırmanın varlığı üzerine derin derin düşünmeyi düşün(ce) adamlarına bırakıyorum. Bilme, özü bakımından herhangi bir şeyi başka bir şeyden ayırt etme becerisinin öğrenilmesi değil midir? Sayısal Loto’da “altı bilen” şahıs, her hafta altı bilmek istemiyorsa, kanaatkârlığını takdirle karşılamamız gerekir! Kelimelerin özleriyle olan bağlantılarını insafsızca koparmaya televizyonlarının “katkısı” bununla sınırlı değil tabii! Devlet televizyonumuzun futbol programındaki bir duyurusuna kulak verelim: “Şimdi de maçın geniş özetine geçiyoruz sayın seyirciler.”

Fax, Taxi & Sex
Espassız Sayıklamalar


Dut ağacında portakallı ördek veya bıkkınlık veren bir proje: “İskender”!

Proje tuttu! İşlem tamamdır! “Reklamın iyisi kötüsü yoktur”a iman edenlerin duaları kabul oldu! Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i hakkında yazı yazmayan kalmadı maşallah! Bu isteniyordu ve oldu! “200.000+20.000” yetmez! 200.000 daha basılsın! Mrs. Shafak’tır; roman da yazar, Seda Sayan’ın programına da çıkar!

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. İskender’in kapak çalışmasını bir grafik sanatçısına sipariş etselerdi, Mrs. Shafak’ın son ürünü bu kadar konuşulur muydu? Elbette hayır! Mrs. Shafak (ve ekibi) bu reklam kampanyasıyla/kumpanyasıyla ticarî bir başarı elde etmiştir. Bu açıdan Mrs. Shafak (ve ekibi) doğru yoldadır. Hayırlı satışlar olsun!

Bir bardak suda kasırga imal edenler, avuçlarını pek güzel ovuşturuyorlar. Biz de Ferrari görünümlü Şahin’lere binbir emekle, güçlükle elde ettiğiniz paracıklarınızı heba etmeyin, diye yazıyoruz.

Mrs. Elif Shafak için imanlı bir okuru, -noktasına virgülüne dokunmadan- “Muhteşem biri hem yazar hem kişilik olarak, Bu kadar saldırı olun doğru yolda olduğunu gösterir bu ülkede.” yazmış. Gözlerine perde mi, mil mi çekildiği hususunda karar veremediğim bu okurda tecessüm eden zihniyet profili Mrs. Shafak’ı var etmiştir. Elbette PR çalışmalarının da sağlamlığıyla. Yurt dışından (İskender Londra’da yazılmış) ülkesindeki “tabu” konulara değinmesini hesaba katmıyorum. İskender’in -varsa- edebî değerine dair adam gibi eleştiriden ziyade, yok Zadie Smith’ten mi “arak”, yok kapaktaki roman kahramanı pozu, yok kadın bedenindeki erkek, yok şu, yok bu! Lafı eveleyip gevelemeden diyeceğimi diyeyim: Sıradan bir okur olan bendenizi rahatsız eden husus/lar; Mrs. Shafak’ın “gönül insanı” pozu takınıp “proje”lerini ve “proje insanı” oluşunu tasavvuf tülüne sarıp sarmalayarak gözlerden kaçırmaya çalışması, tatsız tuzsuz, renksiz, kupkuru, çeviri kokan (ki zaten çeviri!), okuyanın dimağında yoğun, kıvamı okkalı edebî tatlar bırakmayan cümlelerini, “Oryantalist” çıkışlarıyla ve sıkı bir edebiyat disiplininden geç(e)memiş (kesinlikle “okur” değil!) “müşteri”leri kakalamaya çalışmasıdır. Tasavvuf ehli bir insanın gönlünün razı gelemeyeceği pek çok “yamuk” yapmıştır, Mrs. Shafak. Görmek isteyen gözlerin önündedir olan biten. Bakmaktan korkmayın. “Fan”ları tarafından bir “ilahe” olması bir şeyi değiştirmez. Popüler kültürün bir “yazar”ıdır. Ahmet Selçuk İlkan ne kadar “şair” ise Mrs. Shafak da o kadar “yazar”dır. Bir daha: Teşbihte hata olmaz uyarınca; Ahmet Hamdi Tanpınar benim nazarımda Lionel Messi ise Mrs. Shafak da Faroe Adaları Master Lig takımlarından B71 Sandoy’un B takımının yedek kulübesindeki bir oyuncusu mertebesindedir.

Mrs. Shafak’ın gözünü, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler’inden (“White Teeth”) esinlenmeye (?) götürecek kadar çok satma hırsı bürümüş olamaz. Hoş, Zadie Smith’in de “sicil”inin pek temiz olduğu söylenemez, her neyse. Orhan Pamuk ile Halil Berktay’ın daha bir “isim” yapmasında, resmî söylemin dışına çıkıp verdikleri demeçler ne kadar etkili olmuştur acaba? “Üçüncü Dünya”nın yazarlarının Batı’da ciddiye alınması için kendi ülkesine birkaç sağlam kroşe çıkarması bir mecburiyet midir? Naipul gibi Mrs. Shafak da “isim” yapmaya böyle böyle başlamamış mıydı? Gayet “oriental” demeçleri sebebiyle 3, 0 ve 1 “mağduru” olan bir yazar profilini Batı dünyası epey sever. Şurası kesin ki oyunun kurallarını çok iyi özümsemiş bir “proje” insanıyla karşı karşıyayız. At binenin, kılıç kuşananın! Karınca kararınca diyoruz ki uyanın!

Sizleri bilemem ancak ben bu işbilir, uyanık “proje” insanlarından bıktım. Büyük holdinglerin çalışanlarını Gebze taraflarına getirip götüren servislerde silme İskender okunuyor. “Plaza kadını”nın bavul yavrusu çantasında mentollü sigaranın yanı sıra bir de İskender var artık! İşte bu! Büyük reklam ajanslarının “kreatif”leri, elemanlarına “İskender i okuyan var mı?” diye soruyor. İşte bu! Mrs. Shafak röportaj üstüne röportaj veriyor, haksızlığa uğramış masum yazar rolünü layıkıyla oynuyor. Hatta yaşıyor! Bu işte! Bu işte bir iş var! Meyve veren ağaca taş atıyormuşuz. İyi de dut ağacında portakallı ördek biter mi? Tasavvuf ateşini dürüstlük, samimiyet, ihlâs yakar. Meyve veren ağaç masalına ise karnımız tok.

Ne yani, Mrs. Shafak’ın (ve ekibinin) aklına -erkek kılığına bürünerek- roman kahramanı pozu verip kitabın kapağına konuşlanmak geliyordu da rahmetli Oğuz Atay, İhsan Oktay Anar, Hakan Günday çayda çıra mı oynuyordu? Bir “yazar”, okurunun hayal gücüne gol atmaz! Atmamalıdır! Yerli “sit-com”ların altına döşenen kahkaha efektleri ne ise Mrs. Shafak’ın sözde roman kahramanının kılığına girip kitabın kapağına oturması da aynı şeydir. Önce apaçık ve çok bayat bir reklam, sonra hayal gücüne sille tokat girişmek… Netice: Mrs. Shafak United 3 – Hayal Gücü 0! Videokliplerle büyüyen, yetişen nesil ile has edebiyat tedrisatından geçememiş pop-okurların bunu dert etmeyip Mrs. Shafak’ın erkek kılığında kapakta yer alışını “ay ne orjinal ya” diye bağrına bastığına şüphem yok. O kadar yok ki az buçuk okuyup yazan fakir kulunuzun itiraz/eleştiri hakkını kullanmasını, “sen kimsin lan”larla karşılayan pek çok pop-okurun varlığını ta iliklerimde hissediyorum. Eksik olmasınlar. Beni (de) sizler var ettiniz. Sağ olun, Warhol’un!

Videoklipler hayal gücünü iğdiş eder. İmgelemini sıfırlar insanın. Verili olanı alan okuyucu/seyirci hayal gücünü çalıştırmaz, dolayısıyla tembelleşir. Pinekleyen nöronlar volta ata ata erir. Yaratma gücü, canlandırma hassası elinden alınan okurda/seyircide tekdüzeliğin meşalesi elden ele geçip durur. Yazar, roman kahramanlarını kendi beyninde, ruhunda yoğurup okura sunar. Okur da kendi kahramanını (söz gelimi İskender’ini) yaratır kafasında. Bir yazar, okurunun hayal gücüne tahakküm etmeye yeltenmez. Tacir gibi düşünmez. Erkek kılığında roman kahramanı pozu vermek pek “orijinal”, pek “farklı” bir fikir gelmiş olmalı kitabı pazarlayan ekibe. Bunun ürüne/mala; yani İskender’e ne faydası oldu? Olan şu: Bu “sansasyonel” girişim sayesinde baskı rakamları artıp duracak, cümle âlem yazı üstüne yazı yazacak, cepler dolacak. Sonra? Kokmuş, ucuz bir reklam çalışmasının kaymağı güle oynaya yutulacak. En büyük gazetelerin büyük mü büyük “kanaat önderi” yazar kadrolarından tutun magazinel edebiyat programlarına, oradan da bencileyin adı sanı bilinmeyenlere dek şu meşhur İskender üzerinde kalem oynatmayan, klavyeye eziyet etmeyen bir Allah’ın kulu kalmayacak.

Tarihe not düşmüş olayım: Has edebiyatta “sansasyonel” buluşlara hiçbir zaman yer yoktur. Kelimelerinizin, cümlelerinizin kudreti, dert edindiğiniz meseleleri evrensel boyutlarda anlatabilme yeteneği eserinizi, dolayısıyla sizi kıymetli kılar. Bir yazarın edebiyat tarihindeki haysiyetli pozunu, zamana nakşeden deklanşör ise ortaya konulan yapmacıksız, “proje” ürünü olmayan, “sansasyon”a zinhar prim tanımayan “hakiki”, “pure” eserinizdir.

İskender kapağının, klasik müzik dehası Glenn Gould’u anlatan “Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould” belgeselinin afişine benzediği de artık herkes tarafından biliniyor. Peki, Lady Gaga’nın “Yoü and I”ına ne dersiniz? Zannedildiği kadar “orijinal” bir iş değil yani, bir kadın yazarı romanın erkek kahramanı kılığına sokup poz verdirmek! Uğurcan Ataoğlu ile bir de ben mi polemiğe girsem acaba? Oray Eğin’e yolladığı Yirmibeş [“Yirmi Beş” olmalıydı] Kuruşluk Kitap”ı bana da yollar mı? Zannetmem. Etiket fiyatı da 125 TL imiş!


Orhan ve Elif İntihal & Esinlenme Komandit Şirketi

Gördünüz ya, takke ne de çabuk düştü aziz “Kalplerdeki Espas” takipçileri. Mrs. Elif Shafak’ın, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler romanından “esinlendiği” haberleriyle çalkalanıyor ortalık. Karşılaştırmalı alıntıları sanal âlemde kolaylıkla bulabilirsiniz. Mrs. Shafak ise bir azize edasıyla şöyle diyor: “Türkiye’de azıcık farklı, yenilikçi işler yapan herkese uluorta saldırılmasından bıktım, bıktık. Bizde ne yazık ki insan karalamak, başkalarını küçümsemek çok kolaydır. Bu benim 117’nci kitabım, 8’inci romanım. Alınterim, hayal gücüm. Okurlarım bunu bilir. Ben okuruma güvenirim, okurum da bana güvenir. Kem sözler, iftira ve dedikodular gene sahibine döner. Benim nazarımda kainatın işleyişi böyledir. Bugünkü eleştiri seviyesi ne yazık ki zaman ve enerji ve moral kaybına yol açıyor, hepimiz için…” Amman enerjimizi heba etmeyelim aziz “Kırık Potkal” okurları. Daha okuyacağınız pek çok cümlem var. Şeytanın bacağını “dışarıdan” siyasî söylemlerle kırıp Nobel’i kapan Orhan Pamuk da aynı “metot”un yolcusuydu. Yoksa bilmiyor muydunuz?

1552’de Kanunî döneminde Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında üç sene köle olarak çalışan bir İspanyol entelektüelin İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gündelik hayata, toplumsal olaylara, bilime, yönetim biçimine, adlî sisteme ilişkin gözlemlerinin aktarıldığı Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati 1557’de yazılmış. Yazarı meçhul. Çevireni biliniyor: Fuad Carım. Devrin tanınmış yazarlarından Cristobal de Villanon’un kaleme aldığı kuvvetle muhtemel. Meral Okay ile Tarihin Arka Odası’nın pîşekârı Erhan Afyoncu’nun bu kitabı okuyup okumadıklarını bilemiyorum ama Orhan Pamuk Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ni bir güzel okumuştur! Daha sonra da -sizleri bilemem- bana Beyaz Kale diye okutmuştur!

Çok enteresan bir entelektüel olan Fuad Carım’a (1892-1972) dair biraz bilgi verelim. “Mülkiye” mezunu. Dışişleri Genel Sekreterliği ve büyükelçilik yapmış. Kanuni Devrinde İstanbul, Cezayir’de Türk’ler, İşlenmemiş Konular adlı kitaplar neşretmiş. Gelelim bizimkilere. “Çalıntı” iddialarıyla ilgili olarak Orhan Pamuk’un başını birkaç haddini bilmez ağrıtmıştı. Bugün de bendeniz kulaklarını çınlatacağım Orhan Bey’in. Başlıyoruz. Koyu renkli ve italik cümleler, Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ndendir. Parantez içinde de Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinden cümleleri vereceğim.

“…Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar; sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi. Hem, sırtımdakilerle uğraşmaya bir lüzum görmediler; yattığım kamara çok daha değerli eşyalarla doluydu…”

(“… Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. Gemi ana-baba günüydü. Dışarıda herkesi toplamışlar çırılçıplak soyuyorlardı…”)

“… En üste Muhammed’in sancaklarını astılar; bunların altına, bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız’ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri bir ok yağmuruna tuttular… Derken denizlerde eşine rastlanmayan bir top ateşi koptu…” 

(“… Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları, Meryem Ana tasvirlerini, haçları tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar. Derken toplar yeri göğü inletmeye başladı…”)

“… Sinan Paşa’nın on iki yıldan beri çektiği nefes darlığı artmıştı. Göstermediği hekim kalmamıştı. Sonunda beni de çağırdılar. Paşa’ya elimle bir şurup hazırladım. Nasıl alınacağını sorunca, işi çaktım ve bir kaşık isteyerek, gözü önünde, üç kere doldurup içtikten sonra, ‘alsana senyör’ diyerek, kendisine de içirdim…” 

(“… Oysa, derdi, bildiğimiz nefes darlığıydı. İyice sorup soruşturdum, öksürüğünü dinledim, sonra mutfağına inip orada bulduklarımla naneli yeşil haplar yaptım; bir de öksürük şurubu hazırladım. Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum…”)

Ve son bir karşılaştırmalı alıntı daha: “… Amcabey diye  anılan, aslen Valencialı birini yollayarak, bir hıyanette bulanmayacağıma dair yemin ettirip zincirimi söktürdü…” 

(“… Bir hafta sonra bir gece gelen kâhya, kaçamayacağıma yemin ettirdikten sonra zincirlerimi çözdü…”)

Mrs. Elif Shafak’ın “intihal” söylentileri ayyuka çıkan İskender adlı romanından alıntıları okudunuz mu peki? Biri şöyleymiş: “Oturma odasındaki halının üstünde bağdaş kurup oturur, tavana yakın küçük pencerelere bakardı ağzı açık. Dışarıda sağa sola akıp duran çılgın bir bacak trafiği olurdu. İşe giden, alışverişten dönen ya da yürüyüş yapan yayalar. … (İskender, s. 135, Doğan Kitap)” Bu kadar tatsız tuzsuz, kupkuru cümleler kurabilmek epey maharet ister doğrusu. “Çılgın bir bacak trafiği” ile “yürüyüş yapan yayalar” sözcük öbeklerini okuyunca dilimi yutayazıyordum neredeyse. Yazık! Böylesine âhenkten uzak, yavan cümleler kuran bir “yazar”ı Sayın Tahsin Yücel’e havale ediyorum.

Ne de fiyakalı ama! Önce İngilizce yazacaksın, sonra bir çevirmenle yazdıklarını Türkçeye çevireceksin, İhsan Oktay Anar’ın suskunluğundan feyz almak bir yana, onun tam tersi bir reklam metaı olup eserinin (?) önüne geçip duracaksın, ruhsuz, Türkçenin revnaklı yapısından nasiplenmemiş acemi betimlemelere boğulmuş kitabın için o kanaldan bu kanala seyirteceksin… Sonra da demeç vereceksin “Farklı, yenilikçi, alınterim, hayal gücüm, ben okuruma güvenirim, okurum da bana güvenir, kem sözler, iftira, dedikodular gene sahibine döner, benim nazarımda kâinatın işleyişi böyledir, eleştiri seviyesi ne yazık ki zaman ve enerji ve moral kaybına yol açıyor, hepimiz için” diyerek… Vay benim köse sakalım!

Çok haklıdır Mrs. Elif Shafak, böylesine tacir bir yazar (?) için bu kadar enerji kaybına, hakikaten hiç mi hiç gerek yok. Göz boyamakta ustalaşan medyanın boyacı kadrosu, ellerine aldıkları mikrofonlarla, kalemlerle, klavyeleriyle zorla güzellik yaratmak için didinip durabilirler. Tarihe düştük notumuzu. Tarih ve edebiyat tarihi gereken cevabı ve notunu ileride verecektir zaten. Acar yazarlarımıza hayırlı işler!


Utanç fotoğrafı: Bir buçuk İSkeNdeR

Bakıyorum da ticaret erbabı Sayın Elif Şafak’ın (bundan sonra ve layık olduğu şekilde “Mrs. Elif Shafak”) son projesi İskender’in satışlarını patlatabilmek için hâkim medya dört kol çengi el ele vermiş. Rekor satış rakamları için PR da sıkı planlanmış. Hiçbir masraftan kaçınılmamış. Rekor satış rakamlarına ulaşabilmek için her türlü fedakârlık yapılmış durumda. Tüm bağlantılar yerli yerinde. O kadar yerinde ki Kanal 24’ün “kültür-sanat” programında, Mrs. Shafak ile röportaj yapan hanım kızımız şöyle bir cümle kurabiliyor. Mealen: “Bu kitabınız da çok güzel. Yarısına kadar okudum. Süper!” Hepiniz süpersiniz maşallah! Hatta süppersiniz!

Umumiyetle yazımı bitirdikten sonra başlık koyarım. “Koymak” kelimesinden de utanmayın rica ederim. Haydi, nezaket abideleri için “atarım” yapayım da “follower”ımız zıp zıp zıplasın! Geçelim. Diyeceğim şu: Bu kez başlığı baştan çaktım. Utanarak, öğürerek. Yeni romanının kahramanı pozuna bürünüp kitabının ön kapağına konuşlan(dırıl)an Mrs. Shafak’ın samimiyetine inanmayı hakikaten çok isterdim ama Mrs. Shafak tepeden tırnağa bir “proje” insanı! O bir pop-star! O bir hırs kumkuması! O bir, bir… Popüleritasini korumak, daha çok satıp vergi sıralamasında ön sıralarda yer kapabilmek, has edebiyattan nasiplenememiş, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu, Refik Halid Karay’ı, Halid Ziya Uşaklıgil’i, Sait Faik’i, Oğuz Atay’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Vüs’at O. Bener’i, Leyla Erbil’i okumamış, muhkem bir yerli-yabancı edebiyat estetiği tedrisatından geçememiş geniş kitleleri kafaya alabilmek için çok sansasyonel olacağını düşündüğü/düşünülen “roman kahramanıyla bir buçuk yıl boyunca özdeşleşen yazar” oyununu kurgulayıp ülkenin “pop-light edebiyat” ortamını ele geçirmeye ant içmiş Mrs. Elif Shafak! Yakışır.

Romanlarını İngilizce yazıp bir mütercim ile Türkçeye çevir(t)en Mrs. Shafak’ın bu “yöntem”i bile yazdıklarını es geçmek, ciddiye almamak için yeter sebep teşkil ediyor esasen. En azından benim için bu böyle. Bu nasıl bir kafa yapısıdır ki güzelim Türkçenin olanaklarından dem üstüne dem vurup da romanlarını İngilizce düşünüp kaleme alır bir yazar? Buna verilecek cevaplar beni hiçbir şekilde tatmin edemez. Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir my God! Buna snobizm denilebilir mi? Peki, züppelik? “Dandy”lik? Dandy’yi özledim. Balonlarını da… Sözde edebiyatın balonları ise öğürme hissi uyandırıyor bende. Bir buçuk yıl boyunca, romanın kahramanıyla özdeşleşmiş de annelik, kişilik oluşumu, erkek erki, önemsemek falan filan… Bunlara inanmak Mümkünlü’de bile mümkün değil!

“Aşk” kitabının kadınlar için pembe, erkekler için kül grisi/antrasit olarak yayımlanmasını temposuz, güya tasavvufî birikimi özümsemiş, bu kültürel iklimde nefes alıp veren bir ruhun üslubuyla (?!) mütevazı tebessümlerle anlatması yok mu hele! [Tasavvuf nuruyla aydınlanmayı düşünenlerin Cemalnur Sargut Hanım’ı dinlemelerini/okumalarını salık veririm. Sâmiha Ayverdi ile Safiye Erol’u işitmemiş olanlarınız çoğunluktadır büyük ihtimalle. Şefik Can’ı da ihmal etmeyin ve lütfen “sahte” ürünlere itibar etmeyiniz.] Eşcinsellerin, biseksüellerin günahı neydi o zaman? Onlar için münasip bir kapak renginde “Aşk”ı niçin piyasaya sürmediniz? Pazarlama stratejisindeki bu eksik zannederim ALEXANDER, pardon, İskender’de telafi edilecek. “Aşk”taki anakronik hataları daha önce yazmıştım. Dücane Cündioğlu ise daha da detaylandırmıştı. Roman karakterlerinin dönemin ruhuna aykırı “absurd” cümleleri başarılı operasyonlarla perdelenmişti. Bilen bilir. Tahsin Yücel, Orhan Pamuk’a gösterdiği ilgiyi Mrs. Shafak’tan esirgemese, epey eğleneceğimizi garanti ederim.

5 Ağustos 2011 tarihli Radikal’in kitap ekinde (Sayı: 542) öyle mânidar bir tesadüf (tesadüf mü acaba?) vardı ki… O kadar olur! Magazin dilinde buna “pişti” diyorlar. Bu yazıyı okuyun, kesip saklayın. Belki bir gün Mrs. Shafak ile tartışmak istersiniz Macrocenter’da falan karşılaşırsanız. BİM’e mi takılıyorsunuz? Merak buyurmayın canım, Mrs. Shafak “beni sizler var ettiniz canım okurlarım” şarkısını gayet edebî terennüm ettiği cihetle, bir gün BİM’de karşılaşabilme ümidinizi kaybetmemenizi tavsiye ederim. Olmadı MMM Migros’larda burun buruna gelirsiniz, belli mi olur! Düşünün. Capitol Migros’un girişinde bir elinizde İskender, bir elinizde zor anlarınızda petek dokusuyla imdadınıza yetişip kendinizi rahat hissetmenizi sağlayan meşhur Orkid… [Bu yazıda ürün yerleştirme uygulaması yapıldığını baştan yazmam gerekirdi, pardon.]

Radikal’in kitap ekindeki yazıyı kaleme alan Semih Gümüş. Başlığı ise “Konumuz edebiyat, çok satmak değil”. Yanında da yılların eskitemeyeceği edebî pop-starımız Mrs. Elif Shafak! İç parçalayacağına, okuyanlarda duygu fırtınaları estirip okuyanın iç organlarını paramparça edeceğine kesin gözüyle bakılan cümlelerin serpiştirildiği İskender’in reklamı… Bir çeşit Cezmi Ersöz duygusallığı… İyi iş yapar. Mrs. Shafak, çok bahtiyar olmalı. Nasıl olmasın, “200.000 REKOR BASKIYA 20.000 EK BASKI!” müjdesi insanın gönül denizini nasıl dalgalandırır, siz biliyor musunuz bu arındırıcı hissiyatı? Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i 1.000.000 adet satsın, kanaldan kanala seyirtsin, seyirtmekle kalmasın; peki, n’apsın? Arkın Allen ney üflesin, Mrs. Shafak pembe kapaklı “Aşk”ından pasajlar okusun. Mevlânâ’nın da canına oku(n)sun! Artık iyice maskara edilen Mevlevîlik, bir de doymak bilemez şan ve şöhret hırsının kurbanı Mrs. Shafak tarafından derunî özünden kopartılsın, ayağa düşürülsün, kültürel-tarihî damarları (kendileri “damar” kelimesini çok “önemser”ler efenim) birkaç kitap daha satabilmek uğruna hunharca kesilsin… Yetmesin. Bir gariban istihdam eylensin. O da, “Aşk”tan okunan satırlar ve Mr. Allen’ın (not Woody) neyinden yayılan nağmeler eşliğinde dönüp dursun şaşkın şaşkın. Hey yavrum hey! Postmodern reklamın şahikası bu olmalı.

Semih Gümüş’ün Radikal kitap ekinin 30. sayfasındaki yazısının son paragrafı şöyle: “Belki büyük çoğunluğa anlamsız gelecek: Edebiyat bu. Yazarın kitabının daha çok satılması için çaba göstermesi kadar saçma şey yoktur!”

Dikkaaat! Çekiyorum: Ya sabır!

 


Bozacının şahidi şıracı

“Mükemmel bir hayat istiyorsanız Robin Sharma’yı kesinlikle okumalısınız.”

Paulo Coelho


“Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde “Huzur”umuz kalmadı.

Yaşasaydı 110 yaşında olacaktı. Keşke yaşasaydı! “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. Sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde anlatırım.” diyen bu “hülya adamı”nın 110. doğum günü, hâlâ ısıtılıp duran tatsız tuzsuz “Survivor” yemeğinin dumanlarına karışan, Drogba ile Forlan’ın kaprislerinin, nazlarının, fiyat artırma taktiklerinin arasında kaynayacağa benziyor.

Nasıl kaynamasın ki! Siyaset programlarının acar gazetecisi, sert polemiklerin hırçın çocuğu, azılı liberal Rasim Ozan Kütahyalı’yı, “Pişşti” ekolünden “Yerden Göğe” adlı programda sade suya tirit konular üzerine tezler geliştirirken görünce hüzünlendim açıkçası. Yerden göğe berbat bir program daha. Neyse, huzurumuzu kaçıran bu kabil zavallı programların panzehiri olabilecek birkaç romanla efkâr dağıtabiliriz. Sustuğu şeyleri romanlarında anlatan üstat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”una ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne sığınabiliriz.

Bugün 23 Haziran 2011. 23 Haziran 1901’de dünyaya gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 110. doğum günü. Bilmiyor muydunuz? İki üç tane “özlü söz” ezberleyip rakibine “70 milyonun önünde” laf sokanların, bunu ekranlara taşıyanların, o “özlü söz”leri yumurtlayanları havalimanlarında omuzlara alanların, kötürüm demokrasisiyle övünüp duranların… bitmez bu! Acaba kaç gazetede “haber” değeri taşıyacak “önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımız”ı dün-bugün, Doğu-Batı paradigmasında teşrih masasına yatıran 110. doğum gününü kutladığımız Ahmet Hamdi Tanpınar, kaç gazetede?

Sözü “Huzur”dan Mümtaz’a bırakıyorum: “Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar çevrelerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim, bir Nef’i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki, ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!”

Doğum gününüz kutlu olsun muhterem üstadım.


LEWD DID I LIVE, EVIL I DID DWEL!*

(…) “Kreatif ekip” mensubu bir kişi, ki bu “yazar” olsun, iyi bir “reklamcı” olmak istiyorsa mutlaka şiir okumalıdır. Bu şarttır. Nasıl ki güne zinde (“Fitness” aşağı, “fitness” yukarı; güzelim “zinde” burada!) başlamak için “traş şart” ise şiir okumak da şarttır. “Paliu dromos” fark edildi mi? Tersinden okunuşu da aynı okunan kelime ve/veya cümlelere “palindrom” denir. Şiir okuyanların, şiirle sıkı bir ilişki kuranların bu sözcük oyunlarına girişi de çok kolay olacaktır haliyle. “I”sız “traş” yazımı için “tıraş” yapmazsınız umarım. (…) Şu “palindromatik” soruya ne dersiniz? Traş neden iyi, neden şart? Ta Adana’ya pide yemeye giden Edip de çok bilinir: Ey Edip, Adana’da pide ye! Bu sinir bozan ve eğlendirici oyunu bir “crescendo”yla sona erdirelim: Lale hasta ite elle kıllı kelle eti atsa, helal!

Okuduğunuz bu satırları (sahi, daha okumadınız mı?), “yok satan” (Metin Üstündağ’ın konumuma uygun bir karikatürünü bu yazıda bulacaksınız) mütevazı kitabımız “FAX, TAXI & SEX Espassız Sayıklamalar”ın “Şiir ve Reklam Yazarı Sayıklaması” bölümünden aldım.

Birkaç yazıdır “eksen kayması” eleştirileri almaktayım. Popüler konulara dair klavye oynatmamı “yakışıksız” bulanlar olduğu kadar, ağzına sağlık türünden “gaz”ları, pardon, övgüleri iyi bir denge tutturduğuma işaret olarak yormuştum. Perihan Mağden veya Orhan Tekelioğlu kadar popüler kültür kazıcılığı, kazıyıcılığı konusunda uzman olamasam da ego şişkinliğinin, ne oldum delisi halinin farkında olmayanları ikaz etmek gerekiyor. İçimdeki “ben” ise şöyle demeye çalışıyor; çünkü içimdeki “ben”, gülmekten konuşamıyor. Anlayabildiğim kadarıyla şöyle dedi: Olm, kitabını kim duyup satın aldı ve dahi kaç kişi okudu? Bir de gelmişsin magazin güllerine, krallarına ikaz mikaz deyip duruyorsun kıçı kırık blog’undan, gebericem lan gülmekten…

FTS’de “palindrom”dan (“dönüşük”) bahsedip birkaç numune sunmuştum, kelimelerle haşır neşir olanlara, Neşâti de kim ola, demeyenlere… Hem bugün şu “mahazin” (“magazin”in kökenine inmeyi göze alırsanız, epey eğlenceli neticeler sizleri bekliyor) dumanını dağıtalım hem kaset koymadan da neşemize bakalım.

Yazının başlığı İngilizce bir palindrom! Tersi de düzü de aynı. “Kelime” dedikten sonra, “kelime elleme” diyenler de yazacağım palindromlardan zevk alacaklardır diye ümit ediyorum.

– KALAS YOK, KÜTÜK KOY SALAK!

– İYİ HALLİ BİRİ, BİLLAH İYİ!

– PARA HAZIR AMA RIZA HARAP.

– FİRAR EDER ARİF!

– KİM O KOMİK?

– KEKİK EK!

– AYLA’DA MI MADALYA?

– MIZIKAYA DAYA KIZIM.

– ALIŞIR O SANA, SOR IŞIL’A!

– AZ YE BE BEYZA!

– KOYMA VAHİT, TEYP YETTİ, HAVAM YOK.

– AÇ RAPORUNU KOY, OKUNUR O PARÇA.

– A MAN, A PLAN, A CANAL – PANAMA (Bu “dönüşük”ün “çılgın proje”yle bir ilgisi yoktur!)

FTS’deki “Mrk.” notlarından kendilerine pek çok okuma, dinleme, seyretme listesi çıkaran okurlarım, arkadaşlarım için: Bu yazıyı klavyeye düşürürken Medeski, Martin & Wood’un “The Dropper” albümünü dinliyordum. Sormayın “NEDEN AMA NEDEN?” diye.

* Sefih bir yaşam sürdüm, oturup eyleştiğim yerler de günahkârlara özgüydü.



“Kız Kulesi”nden “Sözcüklerle Dansedenler”e…

MediaCat Yayınları tarafından reklam sektörüne armağan edilen (bu terkibi üstüne basa basa kullanıyorum: “armağan edilen”)  “Sözcüklerle Dansedenler”de şair ve reklamcı Erol Çankaya, “Şairler ve Silahşörler” yazısında şöyle diyor: “Sonradan ‘Marmaris badanacısı’ olarak ünlenecek olan Kenan Evren’in resimlerinde sadece işkence moru/cinayet kırmızısı renkler kullanıp ‘mavi’yi yasakladığı, tablo astarı olarak Türkiye’yi kullandığı zamanlar…”

Haluk Mert’in “Kız Kulesi” adlı çalışmasında, sanki inadına kullandığı “mavi”yi görünce, bu satırları hatırladım. Şair ve reklamcı Erol Çankaya’nın büyük reklamcı Eli Acıman’la olan anılarını okumak ise tam bir ders niteliğinde. Reklam sektörünün “yaratıcı”ları keşke “Sözcüklerle Dansedenler”den haberdar olsalardı…

Kırkın üzerinde şair reklamcının/reklamcı şairin şiir-reklam üzerine ufuk açıcı, zihin cimnastiği yaptıran, rengârenk denemelerinin yanı sıra, reklam sektörünün çileli yıllarında kısa pantolonlarıyla şiiri, öyküyü ve dahi resmi nasıl kucakladıklarını kendi ağızlarından okumak apayrı bir zevk doğrusu.

Özellikle belirtmek gerek: Şiire alerjisi olmayanlar için tam bir şölen “Sözcüklerle Dansedenler”… Şiir sevmeyenler, şiiri sevemeyenler de bu kitapta aradıklarını bulabildikleri gibi; reklamın mantığını, felsefesini, püf noktalarını birbirinden lezzetli yazılarla keşfe çıkabilirler. Kimler yok ki bu vefa dolu güldestede! Oğuzhan Akay, Süreyya Berfe, Haydar Ergülen, Ege Ernart, Onat Kutlar, Haluk Mesci, Güven Turan, İsmail Uyaroğlu,  İzzet Yasar… Ve tabii bu kitabının fikir babası, dünya iyisi, Prag’ın semâlarından bize gülümseyen gözlerle baktığına inandığım Gürkal Aylan!

Gizli şairlerin, gizli ressamların, gizli romancıların reklam sektörünün temeline attıkları çimentonun kokusunu duymamak olanaksız. Hele hele reklam sektörünün efsane isimlerinin çok özel anlarını, anılarına okumak, dersler çıkarmak çok büyük bir fırsat, hatta nimet, reklamcılığı kafasına koyan gençler için…

Pablo Picasso’nun “La Lecture” tablosunun Sotheby’s’de 40.2 milyon dolara satıldığını öğrenen Haluk Mert’in, “Ne var ki, bunu ben de yaparım.” demesini dokuz yaşında olması itibariyle tebessümle karşılayabilirsiniz ama Erol Çankaya’nın deyişiyle “Marmaris badanacı”sının, yıllar önce Picasso’nun tablolarına bakıp da “Bunu ben de yaparım” demesini aynı tebessümle karşılamanız için kendinizi epey zorlamanız gerekebilir.

“Mavi”yi alabildiğine, özgürce kullananlara selam olsun!