Sabah uyanır uyanmaz elimiz telefona gidiyor.
Gözler daha açılmamış, ruh yerine gelmemiş, kalp hâlâ gecenin yükünden kurtulamamış…
Ama parmak, o küçük ışığa uzanıyor.
Sanki içimizde görünmez bir bebek ağlıyor da onu susturacak tek şey başkasının varlığıymış gibi.
Bir çocuğun uyku arasında emziğe uzanması gibi.
Kendimizi susturmak için dijital bir sessizliğe uzanıyoruz usulca.
Bir Uzuv Olarak Akıllı Telefon
Gün boyunca elimiz aynı harekette:
Telefonu masaya koy, sonra al, sonra koy, sonra al.
Artık bir aksesuar değil; bir uzuv.
İnsan, avuç içiyle düşünüyor artık.
Tuhaf olan şu:
Kimse gerçekten haber okumuyor.
Kimse gerçekten konuşmuyor.
Kimse gerçekten içerik tüketmiyor.
Hepimiz sadece bir anlık tesellinin peşinden gidiyoruz.
Dijital emzik ağzımızdan düşünce huzursuzlanıyoruz; çünkü o anda kendi düşüncemizin sesini duymamızdan korkuyoruz.
Ve o kısa, çıplak, sessiz oda — modern insanın en korktuğu yer. Bu yüzden kalabalıkların içindeyiz.
Ama temassızız.
Çevrimiçi kalıyoruz, içimiz çevrimdışı.
Sosyal Medya ve Avunma Pratiği
Hiçbir şey yapmadan durmak, “modern” insan için dayanılmazdır.
Duramıyoruz.
Kıpırdamadan durduğumuz anda düşüncelerimiz seslenmeye başlıyor.
Biz o sesi duymamak için ekranı açıyoruz.

Bir tür susturucu… Takıyoruz birer birer… Tesbih çekmek “alaturka”, parmaklar “scroll”a kilitliyken
“post-modern”! İnsan kendi içine bakmamak için her şeyi yapıyor.
Sosyal medya bağımlılığı tam da burada başlıyor.
İnsan kendi içine bakmamak için her şeyi yapıyor.
Kafeler dolup taşıyor, toplu taşıma dopdolu, ekranlar magazin fazlası…
Hiçbirimiz birbirimize değmiyoruz.
Kahkahalar, kapağı bombe yapmış konserve kutusu… Ekran ışığı bir ninni gibi başımızı okşuyor.
Yetişkinliğin kundaklanmış hâli bu.
Bir avunma pratiği…
Arzu, doyum için değil; sürmesi için var. Biz telefonla mutlu olmaya çalışmıyoruz aslında.
Eksikliğimizi ovuyoruz. Kimimiz tülbentle kimimiz ipekle… Oyalanıyoruz.
Oyalanmak iyileştirmiyor.
Sadece geciktiriyor. Kalbimiz kırıldığında o kırığı onarmanın bir yolunu aramıyoruz.
Üzerine mavi ışıkları tutuyoruz lehim niyetine.
Kırık, ışıkta parlıyor diye iyileşti sanıyoruz.
İyileşmiyor.
İyileşmeyen Yaralar ve Mavi Işık
Keder büyürken elimiz yine telefona gidiyor.
Oysa kederin hakkı büyümektir. Kanaya kanaya…
İnsanın içi acısın biraz; acı, düşüncenin olgunlaştığı yerdir.
Sessizliğin nimeti orada öğrenilir.
Kalbimizi parça parça taşıyoruz ve o parçalara dijital emzikler takıyoruz.
Bir bildirimle bir kaydırma hareketiyle avunuyoruz, avutuluyoruz.
Acının bize ait olmasından korkuyoruz.
Korkunun ecele faydası var mıydı?
Acı bizim.
Keder bizim.
Yoksunluk bizim.
Dijital emzikler?
Onlar susturucu.
Sabah uyanır uyanmaz, ilk iş olarak telefona değil, kendimize dokunalım.
Kalbimize, yüzümüze, acımıza… Hayat orada başlar.
Sessiz.
Derinden.
Kimseye göstermek zorunda olmadan.








