Tag Archives: Reklam

Reklam meklam: “Ben her bahar âşık olurum” *

Önce bir temenni: Aynı cümlede “hâlâ”, “aşık”, “âdem”, “kar”, “adet”, “şura”, “alem” kelimelerini; “babanın kız kardeşi”, “seven, tutkun”, “yokluk”, “alışverişin sağladığı kazanç”, “gelenek”, “danışma kurulu”, “dünya” anlamlarında kullanasınız inşallah!

***

Halacığım,

Nasılsınız? İş güç ne durumda? Hâlâ kâr edemediniz mi halacığım şu VOB âleminde? Kaç adet işlem yapmıştınız peki? Akçeli işleri bir kenara koyayım en iyisi. Üç kuruşluk aklımı yememek için didinip duruyorum Ankara’nın siyasete endeksli havasında. Âşık oldum galiba.

Tahmin ettiğiniz kız, evet o! Açılamadım bir türlü. Utangaçlığın alemi kalbimde hakikaten. Bir çeşit Achil’im aşık kemiği yaralı… Kar tanelerinin şûrasında âdetten midir kanla dolması âdemin? Badem sanki adem, nefes aldığımda… Her an tam şuramda! Sanki beni görebiliyorsunuz da… Bende bir hoşum vallahi! Sarhoşum halacığım. Aslına bakarsanız nâhoşum halacığım! Hâlâ aşkımı itiraf edemedim bu kahpe hayata! Kafanızı şişirdim. Bağışlayın beni.

Allahaısmarladık halacığım.

* Söz: Aysel Gürel / Müzik: Selmi Andak


Māzi ve reklam: Scherk


Reklam meklam: “Font” kaygısız reklam ajansı ORA’da mı?

“Türkiye” ile “Park”ın apostroflarına dikkatle baktığımızda, farklı “font”ların apostroflarını görüyoruz. “Eee, ne yani?” mi diyorsunuz?

Metindeki detaylara/ayrıntılara/nüanslara dikkat kesilseydik “Swordfish”teki “11 Eylül” hadisesinin ipucunu/mantığını yakalayabilirdik.

Hakikat ORA’da mı?


Günün el ilanı: Doyaş

“Doyaş’ta

Hafta içi

Sürpriz ikramlar”

Koca koca, anlı şanlı “network”ler Türkçenin canına okurken, gariban Doyaş’ımız bu tatsız “sürpriz”le karşımıza çıkmış, çok mu? En azından “hafta içi”ni ayrı yazmışlar. “Heryer”, “herşey”, “hertaraf”, “haftasonu”, “birgün”, “biryer” yazanları düşününce…

Zaman kazandırmaya eyvallah da… “Lezzet kazandırmak” ne demek? “Reklam Türkçesi”nin gözünü seveyim! Yakında çişimi/tuvaletimi gerçekleştirmeye gidiyorum, diyenleri de duyacaksınız.

Şu -da’lar yok mu, şu -da’lar! Canımız ciğerimiz Doyaş’ın güveçte “kuru”su fena sayılmaz hani! Beş dakikada tepsinizde, “30 dakikada elinizde”!


Bülent Ersoy söylüyor: “Hayatımı yaşıyorum, yaşıyorum oh, oh!”

Arapça “hayat” kelimesini, ha babam “yaşam” sözcüğüyle karşılamaya kalkıştılar. Soruyorlar: Kimler? Kimler olacak, Öz Türkçeciler! “Hayat kadını” yerine, “yaşam kadını” desenize! Peki, “hayat arkadaşı” yerine, “yaşam arkadaşı” nasıl duruyor? “Hayatını yaşamak” yerine, “yaşamını yaşamak” ne âhenkli değil mi? Kaç kez dedik ama dinleyen kim? Nasıl ki, “anı” ile “hatıra” (hatta, “hâtıra”) aynı anlam yükünü omuzlayamıyorsa, “hayat” ile “yaşam” da aynı anlam yükünü taşımaz, ta-şı-ya-maz.

Hayata küstüremeyeceksiniz beni. Hayatımı kazanmak için espasları paspaslayacağım, hayata gözlerimi yumana dek kırık dökük yazacağım, tamam mı?

“Muhafazakâr” kanal TGRT, bir vakitler “yaşam” sözcüğünü edep dışı buluyordu. Siz, siz olun ve “yaş-am” diye hecelemeye kalkışmayın “yaşam” sözcüğünü. Yeri gelirse “yaşam”ı da kullanın. Ancak “hayat”a hayat hakkı tanıyın.  Sözcükleri yasaklamayalım. Her kelime renktir, nüanstır cümlelerimize. Ta buraya kadar okudunuz mu yoksa? Yoo, vallahi olmaz! Biraz daha kalın. Hayatta bırakmam sizi!


Soru ekleriyle başınız “derttemi”, dertte mi?

Kilolarınızı boşverin, soru eklerini dosdoğru (-mi soru eki, kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır) yazın da diliniz dinç kalsın. Değil mi ama?


Dut ağacında portakallı ördek veya bıkkınlık veren bir proje: “İskender”!

Proje tuttu! İşlem tamamdır! “Reklamın iyisi kötüsü yoktur”a iman edenlerin duaları kabul oldu! Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i hakkında yazı yazmayan kalmadı maşallah! Bu isteniyordu ve oldu! “200.000+20.000” yetmez! 200.000 daha basılsın! Mrs. Shafak’tır; roman da yazar, Seda Sayan’ın programına da çıkar!

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. İskender’in kapak çalışmasını bir grafik sanatçısına sipariş etselerdi, Mrs. Shafak’ın son ürünü bu kadar konuşulur muydu? Elbette hayır! Mrs. Shafak (ve ekibi) bu reklam kampanyasıyla/kumpanyasıyla ticarî bir başarı elde etmiştir. Bu açıdan Mrs. Shafak (ve ekibi) doğru yoldadır. Hayırlı satışlar olsun!

Bir bardak suda kasırga imal edenler, avuçlarını pek güzel ovuşturuyorlar. Biz de Ferrari görünümlü Şahin’lere binbir emekle, güçlükle elde ettiğiniz paracıklarınızı heba etmeyin, diye yazıyoruz.

Mrs. Elif Shafak için imanlı bir okuru, -noktasına virgülüne dokunmadan- “Muhteşem biri hem yazar hem kişilik olarak, Bu kadar saldırı olun doğru yolda olduğunu gösterir bu ülkede.” yazmış. Gözlerine perde mi, mil mi çekildiği hususunda karar veremediğim bu okurda tecessüm eden zihniyet profili Mrs. Shafak’ı var etmiştir. Elbette PR çalışmalarının da sağlamlığıyla. Yurt dışından (İskender Londra’da yazılmış) ülkesindeki “tabu” konulara değinmesini hesaba katmıyorum. İskender’in -varsa- edebî değerine dair adam gibi eleştiriden ziyade, yok Zadie Smith’ten mi “arak”, yok kapaktaki roman kahramanı pozu, yok kadın bedenindeki erkek, yok şu, yok bu! Lafı eveleyip gevelemeden diyeceğimi diyeyim: Sıradan bir okur olan bendenizi rahatsız eden husus/lar; Mrs. Shafak’ın “gönül insanı” pozu takınıp “proje”lerini ve “proje insanı” oluşunu tasavvuf tülüne sarıp sarmalayarak gözlerden kaçırmaya çalışması, tatsız tuzsuz, renksiz, kupkuru, çeviri kokan (ki zaten çeviri!), okuyanın dimağında yoğun, kıvamı okkalı edebî tatlar bırakmayan cümlelerini, “Oryantalist” çıkışlarıyla ve sıkı bir edebiyat disiplininden geç(e)memiş (kesinlikle “okur” değil!) “müşteri”leri kakalamaya çalışmasıdır. Tasavvuf ehli bir insanın gönlünün razı gelemeyeceği pek çok “yamuk” yapmıştır, Mrs. Shafak. Görmek isteyen gözlerin önündedir olan biten. Bakmaktan korkmayın. “Fan”ları tarafından bir “ilahe” olması bir şeyi değiştirmez. Popüler kültürün bir “yazar”ıdır. Ahmet Selçuk İlkan ne kadar “şair” ise Mrs. Shafak da o kadar “yazar”dır. Bir daha: Teşbihte hata olmaz uyarınca; Ahmet Hamdi Tanpınar benim nazarımda Lionel Messi ise Mrs. Shafak da Faroe Adaları Master Lig takımlarından B71 Sandoy’un B takımının yedek kulübesindeki bir oyuncusu mertebesindedir.

Mrs. Shafak’ın gözünü, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler’inden (“White Teeth”) esinlenmeye (?) götürecek kadar çok satma hırsı bürümüş olamaz. Hoş, Zadie Smith’in de “sicil”inin pek temiz olduğu söylenemez, her neyse. Orhan Pamuk ile Halil Berktay’ın daha bir “isim” yapmasında, resmî söylemin dışına çıkıp verdikleri demeçler ne kadar etkili olmuştur acaba? “Üçüncü Dünya”nın yazarlarının Batı’da ciddiye alınması için kendi ülkesine birkaç sağlam kroşe çıkarması bir mecburiyet midir? Naipul gibi Mrs. Shafak da “isim” yapmaya böyle böyle başlamamış mıydı? Gayet “oriental” demeçleri sebebiyle 3, 0 ve 1 “mağduru” olan bir yazar profilini Batı dünyası epey sever. Şurası kesin ki oyunun kurallarını çok iyi özümsemiş bir “proje” insanıyla karşı karşıyayız. At binenin, kılıç kuşananın! Karınca kararınca diyoruz ki uyanın!

Sizleri bilemem ancak ben bu işbilir, uyanık “proje” insanlarından bıktım. Büyük holdinglerin çalışanlarını Gebze taraflarına getirip götüren servislerde silme İskender okunuyor. “Plaza kadını”nın bavul yavrusu çantasında mentollü sigaranın yanı sıra bir de İskender var artık! İşte bu! Büyük reklam ajanslarının “kreatif”leri, elemanlarına “İskender i okuyan var mı?” diye soruyor. İşte bu! Mrs. Shafak röportaj üstüne röportaj veriyor, haksızlığa uğramış masum yazar rolünü layıkıyla oynuyor. Hatta yaşıyor! Bu işte! Bu işte bir iş var! Meyve veren ağaca taş atıyormuşuz. İyi de dut ağacında portakallı ördek biter mi? Tasavvuf ateşini dürüstlük, samimiyet, ihlâs yakar. Meyve veren ağaç masalına ise karnımız tok.

Ne yani, Mrs. Shafak’ın (ve ekibinin) aklına -erkek kılığına bürünerek- roman kahramanı pozu verip kitabın kapağına konuşlanmak geliyordu da rahmetli Oğuz Atay, İhsan Oktay Anar, Hakan Günday çayda çıra mı oynuyordu? Bir “yazar”, okurunun hayal gücüne gol atmaz! Atmamalıdır! Yerli “sit-com”ların altına döşenen kahkaha efektleri ne ise Mrs. Shafak’ın sözde roman kahramanının kılığına girip kitabın kapağına oturması da aynı şeydir. Önce apaçık ve çok bayat bir reklam, sonra hayal gücüne sille tokat girişmek… Netice: Mrs. Shafak United 3 – Hayal Gücü 0! Videokliplerle büyüyen, yetişen nesil ile has edebiyat tedrisatından geçememiş pop-okurların bunu dert etmeyip Mrs. Shafak’ın erkek kılığında kapakta yer alışını “ay ne orjinal ya” diye bağrına bastığına şüphem yok. O kadar yok ki az buçuk okuyup yazan fakir kulunuzun itiraz/eleştiri hakkını kullanmasını, “sen kimsin lan”larla karşılayan pek çok pop-okurun varlığını ta iliklerimde hissediyorum. Eksik olmasınlar. Beni (de) sizler var ettiniz. Sağ olun, Warhol’un!

Videoklipler hayal gücünü iğdiş eder. İmgelemini sıfırlar insanın. Verili olanı alan okuyucu/seyirci hayal gücünü çalıştırmaz, dolayısıyla tembelleşir. Pinekleyen nöronlar volta ata ata erir. Yaratma gücü, canlandırma hassası elinden alınan okurda/seyircide tekdüzeliğin meşalesi elden ele geçip durur. Yazar, roman kahramanlarını kendi beyninde, ruhunda yoğurup okura sunar. Okur da kendi kahramanını (söz gelimi İskender’ini) yaratır kafasında. Bir yazar, okurunun hayal gücüne tahakküm etmeye yeltenmez. Tacir gibi düşünmez. Erkek kılığında roman kahramanı pozu vermek pek “orijinal”, pek “farklı” bir fikir gelmiş olmalı kitabı pazarlayan ekibe. Bunun ürüne/mala; yani İskender’e ne faydası oldu? Olan şu: Bu “sansasyonel” girişim sayesinde baskı rakamları artıp duracak, cümle âlem yazı üstüne yazı yazacak, cepler dolacak. Sonra? Kokmuş, ucuz bir reklam çalışmasının kaymağı güle oynaya yutulacak. En büyük gazetelerin büyük mü büyük “kanaat önderi” yazar kadrolarından tutun magazinel edebiyat programlarına, oradan da bencileyin adı sanı bilinmeyenlere dek şu meşhur İskender üzerinde kalem oynatmayan, klavyeye eziyet etmeyen bir Allah’ın kulu kalmayacak.

Tarihe not düşmüş olayım: Has edebiyatta “sansasyonel” buluşlara hiçbir zaman yer yoktur. Kelimelerinizin, cümlelerinizin kudreti, dert edindiğiniz meseleleri evrensel boyutlarda anlatabilme yeteneği eserinizi, dolayısıyla sizi kıymetli kılar. Bir yazarın edebiyat tarihindeki haysiyetli pozunu, zamana nakşeden deklanşör ise ortaya konulan yapmacıksız, “proje” ürünü olmayan, “sansasyon”a zinhar prim tanımayan “hakiki”, “pure” eserinizdir.

İskender kapağının, klasik müzik dehası Glenn Gould’u anlatan “Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould” belgeselinin afişine benzediği de artık herkes tarafından biliniyor. Peki, Lady Gaga’nın “Yoü and I”ına ne dersiniz? Zannedildiği kadar “orijinal” bir iş değil yani, bir kadın yazarı romanın erkek kahramanı kılığına sokup poz verdirmek! Uğurcan Ataoğlu ile bir de ben mi polemiğe girsem acaba? Oray Eğin’e yolladığı Yirmibeş [“Yirmi Beş” olmalıydı] Kuruşluk Kitap”ı bana da yollar mı? Zannetmem. Etiket fiyatı da 125 TL imiş!


Utanç fotoğrafı: Bir buçuk İSkeNdeR

Bakıyorum da ticaret erbabı Sayın Elif Şafak’ın (bundan sonra ve layık olduğu şekilde “Mrs. Elif Shafak”) son projesi İskender’in satışlarını patlatabilmek için hâkim medya dört kol çengi el ele vermiş. Rekor satış rakamları için PR da sıkı planlanmış. Hiçbir masraftan kaçınılmamış. Rekor satış rakamlarına ulaşabilmek için her türlü fedakârlık yapılmış durumda. Tüm bağlantılar yerli yerinde. O kadar yerinde ki Kanal 24’ün “kültür-sanat” programında, Mrs. Shafak ile röportaj yapan hanım kızımız şöyle bir cümle kurabiliyor. Mealen: “Bu kitabınız da çok güzel. Yarısına kadar okudum. Süper!” Hepiniz süpersiniz maşallah! Hatta süppersiniz!

Umumiyetle yazımı bitirdikten sonra başlık koyarım. “Koymak” kelimesinden de utanmayın rica ederim. Haydi, nezaket abideleri için “atarım” yapayım da “follower”ımız zıp zıp zıplasın! Geçelim. Diyeceğim şu: Bu kez başlığı baştan çaktım. Utanarak, öğürerek. Yeni romanının kahramanı pozuna bürünüp kitabının ön kapağına konuşlan(dırıl)an Mrs. Shafak’ın samimiyetine inanmayı hakikaten çok isterdim ama Mrs. Shafak tepeden tırnağa bir “proje” insanı! O bir pop-star! O bir hırs kumkuması! O bir, bir… Popüleritasini korumak, daha çok satıp vergi sıralamasında ön sıralarda yer kapabilmek, has edebiyattan nasiplenememiş, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu, Refik Halid Karay’ı, Halid Ziya Uşaklıgil’i, Sait Faik’i, Oğuz Atay’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Vüs’at O. Bener’i, Leyla Erbil’i okumamış, muhkem bir yerli-yabancı edebiyat estetiği tedrisatından geçememiş geniş kitleleri kafaya alabilmek için çok sansasyonel olacağını düşündüğü/düşünülen “roman kahramanıyla bir buçuk yıl boyunca özdeşleşen yazar” oyununu kurgulayıp ülkenin “pop-light edebiyat” ortamını ele geçirmeye ant içmiş Mrs. Elif Shafak! Yakışır.

Romanlarını İngilizce yazıp bir mütercim ile Türkçeye çevir(t)en Mrs. Shafak’ın bu “yöntem”i bile yazdıklarını es geçmek, ciddiye almamak için yeter sebep teşkil ediyor esasen. En azından benim için bu böyle. Bu nasıl bir kafa yapısıdır ki güzelim Türkçenin olanaklarından dem üstüne dem vurup da romanlarını İngilizce düşünüp kaleme alır bir yazar? Buna verilecek cevaplar beni hiçbir şekilde tatmin edemez. Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir my God! Buna snobizm denilebilir mi? Peki, züppelik? “Dandy”lik? Dandy’yi özledim. Balonlarını da… Sözde edebiyatın balonları ise öğürme hissi uyandırıyor bende. Bir buçuk yıl boyunca, romanın kahramanıyla özdeşleşmiş de annelik, kişilik oluşumu, erkek erki, önemsemek falan filan… Bunlara inanmak Mümkünlü’de bile mümkün değil!

“Aşk” kitabının kadınlar için pembe, erkekler için kül grisi/antrasit olarak yayımlanmasını temposuz, güya tasavvufî birikimi özümsemiş, bu kültürel iklimde nefes alıp veren bir ruhun üslubuyla (?!) mütevazı tebessümlerle anlatması yok mu hele! [Tasavvuf nuruyla aydınlanmayı düşünenlerin Cemalnur Sargut Hanım’ı dinlemelerini/okumalarını salık veririm. Sâmiha Ayverdi ile Safiye Erol’u işitmemiş olanlarınız çoğunluktadır büyük ihtimalle. Şefik Can’ı da ihmal etmeyin ve lütfen “sahte” ürünlere itibar etmeyiniz.] Eşcinsellerin, biseksüellerin günahı neydi o zaman? Onlar için münasip bir kapak renginde “Aşk”ı niçin piyasaya sürmediniz? Pazarlama stratejisindeki bu eksik zannederim ALEXANDER, pardon, İskender’de telafi edilecek. “Aşk”taki anakronik hataları daha önce yazmıştım. Dücane Cündioğlu ise daha da detaylandırmıştı. Roman karakterlerinin dönemin ruhuna aykırı “absurd” cümleleri başarılı operasyonlarla perdelenmişti. Bilen bilir. Tahsin Yücel, Orhan Pamuk’a gösterdiği ilgiyi Mrs. Shafak’tan esirgemese, epey eğleneceğimizi garanti ederim.

5 Ağustos 2011 tarihli Radikal’in kitap ekinde (Sayı: 542) öyle mânidar bir tesadüf (tesadüf mü acaba?) vardı ki… O kadar olur! Magazin dilinde buna “pişti” diyorlar. Bu yazıyı okuyun, kesip saklayın. Belki bir gün Mrs. Shafak ile tartışmak istersiniz Macrocenter’da falan karşılaşırsanız. BİM’e mi takılıyorsunuz? Merak buyurmayın canım, Mrs. Shafak “beni sizler var ettiniz canım okurlarım” şarkısını gayet edebî terennüm ettiği cihetle, bir gün BİM’de karşılaşabilme ümidinizi kaybetmemenizi tavsiye ederim. Olmadı MMM Migros’larda burun buruna gelirsiniz, belli mi olur! Düşünün. Capitol Migros’un girişinde bir elinizde İskender, bir elinizde zor anlarınızda petek dokusuyla imdadınıza yetişip kendinizi rahat hissetmenizi sağlayan meşhur Orkid… [Bu yazıda ürün yerleştirme uygulaması yapıldığını baştan yazmam gerekirdi, pardon.]

Radikal’in kitap ekindeki yazıyı kaleme alan Semih Gümüş. Başlığı ise “Konumuz edebiyat, çok satmak değil”. Yanında da yılların eskitemeyeceği edebî pop-starımız Mrs. Elif Shafak! İç parçalayacağına, okuyanlarda duygu fırtınaları estirip okuyanın iç organlarını paramparça edeceğine kesin gözüyle bakılan cümlelerin serpiştirildiği İskender’in reklamı… Bir çeşit Cezmi Ersöz duygusallığı… İyi iş yapar. Mrs. Shafak, çok bahtiyar olmalı. Nasıl olmasın, “200.000 REKOR BASKIYA 20.000 EK BASKI!” müjdesi insanın gönül denizini nasıl dalgalandırır, siz biliyor musunuz bu arındırıcı hissiyatı? Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i 1.000.000 adet satsın, kanaldan kanala seyirtsin, seyirtmekle kalmasın; peki, n’apsın? Arkın Allen ney üflesin, Mrs. Shafak pembe kapaklı “Aşk”ından pasajlar okusun. Mevlânâ’nın da canına oku(n)sun! Artık iyice maskara edilen Mevlevîlik, bir de doymak bilemez şan ve şöhret hırsının kurbanı Mrs. Shafak tarafından derunî özünden kopartılsın, ayağa düşürülsün, kültürel-tarihî damarları (kendileri “damar” kelimesini çok “önemser”ler efenim) birkaç kitap daha satabilmek uğruna hunharca kesilsin… Yetmesin. Bir gariban istihdam eylensin. O da, “Aşk”tan okunan satırlar ve Mr. Allen’ın (not Woody) neyinden yayılan nağmeler eşliğinde dönüp dursun şaşkın şaşkın. Hey yavrum hey! Postmodern reklamın şahikası bu olmalı.

Semih Gümüş’ün Radikal kitap ekinin 30. sayfasındaki yazısının son paragrafı şöyle: “Belki büyük çoğunluğa anlamsız gelecek: Edebiyat bu. Yazarın kitabının daha çok satılması için çaba göstermesi kadar saçma şey yoktur!”

Dikkaaat! Çekiyorum: Ya sabır!

 


Ruh diyor ki: “Geleceği hatırla dedik sana ahbap, daha fazla uzun etme!”

Sözlerime müteveffa Eli Acıman’ın bir sözüyle başlamak en doğrusu: “Bir iletişim faaliyeti olan reklamcılıkta hüner, en kısa sürede, en sade, en yalın, en basit, en anlaşılır mesajı verebilmektir.” Bundan sonra yazacaklarımı okumasanız da olur.

John Carpenter’ın, Ray Nelson’ın “Eight Clock in The Morning” adlı hikâyesinden senaryolaştırdığı 1988 tarihli They Live filmini hatırladım, “Reklam sektörüne yengen demek de size düşmedi. Çamur at izi kalsin mantigiyla klavyenin basina oturup emek verilmis isleri rezillik olarak nitelemek de haddiniz değil.” cümlelerini okuyunca. Faşizan, yasakçı bir zihniyet. Kibri de cabası. Şu anki iktidar partisinin başkanı kadar dahi, karşıt fikre tahammül gösteremeyen, eleştiriye katlanamayan reklamcıların varlığı cidden ürkütücü. Beğenmeme hakkımız yokmuş anlaşılan. Ne güzel! Merak eder dururdum, reklam sektörü hakkında fikirlerimi yazabilmem için kim(ler)den icazet alacağımı… “Geleceği Hatırla” sloganını yazan şahısmış meğer bu yetkili merci! “Had” belirleme görevi de bu şahsınmış. Ne âlâ!

Ne slogana  ne de reklam yazarına çamur attım! Bilakis pırıl pırıl işler görmeye, dilimizin nüanslarını doya doya okumaya hasretim. “Çamur atmak”ın anlamını bildiğinden de şüpheliyim bu “merci”in. Zira “çamur atmak”, “iftira etmek” olarak bilinir. “İftira” ise bir kişiye aslı astarı olmayan bir suç yüklemektir. Deyimlerimize bihakkın vakıf olamayan “reklam yazarları”ndan çok çekti reklam sektörü. Fî tarihinde, Kadir Çöpdemir’e Turkcell reklamında “Yeter ya, bi’ kalıbı dinlendir!” dedirtti büyük reklamcılarımız! Argoda “kalıbı dinlendirmek”, “ölmek” anlamına gelir. Sabah şerifleriniz hayrolsun beyler! Neymiş efendim, reklam sektörüne yengen demek bana düşmezmiş! Bakın hele! Bu pestenkerânî sözlere gülüp geçiyorum. Kibirden imal edilen bu “ruh”a tek sözüm var: Reklam sektörüne dair, bu sektöre emek veren herkesin söz söyleme hakkı var-dır. Diktatör ruhunuzu sağaltacak 125 dakikalık bir tavsiyem var. Charlie Chaplin’in The Great Dictator filmini güzelce seyredin. Unutulmasın ki herkesin eleştirisini özgürce ifade etme hakkı vardır. Üslubunu beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama herkesin beğenmediği bir işi/kurumu eleştirme -hatta dalga geçme- hakkı vardır. Demirden korkan trene binmesin, bu kadar basit! Öğrendik ki buna bile hakkım yokmuş. Haddim değilmiş. Buna ne deniyor reklam sektöründe? Kibir olabilir mi? Narsizm? Peki, küçük dağlarda inşa edilen “residence”lar? Demokratik nöronlarda nasır belki…

Sıradan bir yurttaş sıfatıyla, fikir hürriyetimi kullanıp sanal âlemde bir sloganı eleştirdim, az daha hayatım kayacaktı! Söz konusu yazımın “sosyal medya”da yarattığı etki elbette limon kolonyası gibi uçup gidiverdi. Ne de olsa böyle şeyler “uluorta” (“ulu” ve “orta” birleşip ne mânâlı bir kelime oluşturmuş ama) konuşulmamalıydı. Bu hengâme içinde cesur (!) bir “reklamcı” ise bu fakire “geri zekâlı redaktör” deme densizliğini, edepsizliğini de gösterdi. Misliyle cevap vermek de mümkün, mahkemeye vermek de… Vermeyeceğim. Yağmur Atsız lisānınca yazalım: Edebsize edeb göstermek edebtendir. O “reklamcı” (!) bu derin sözün (de) anlamına vakıf olamayacaktır muhtemelen. Seviye, edep yoksunu canlılarla vakit kaybetmeyelim. Bi’ kalem geçiyorum.

Galatasaray SK için Nike Türkiye’nin yeni sezon forma tanıtımı kapsamında hazırlanan iletişim (?) çalışmalarının bir ayağı da “billboard”lar, interaktif mecraların yanı sıra. 5-0’lık Neuchâtel Xamax maçında hançeresini yırtarcasına bağırmış bir fâni olarak, “Geleceği Hatırla” emir kipiyle oluşturulan bu sloganı gördüğümde, yeni bir çıkıntılık daha işte, diye içimden geçirdim. Acele etmedim iki çift laf etmek için. “Gassaraylı” arkadaşlarımın, “kapalı” müdavimlerinin  fikirlerini sordum. Mesajı bir ben mi alamamıştım acaba? Sloganı yazanın dolambaçlı mesajını alan bir Allah’ın kulu “Gassaraylı” yoktu maalesef. Mesaj iletilememişti. “Bu ne abi ya!” en masum tepkiye bir numunedir. Diğer tepkileri moral bozmamak için yazmıyorum. Niyetim üzüm yemek. Bunda anlaşalım. Emeğe saygı duymak önemli bir erdemdir elbette. Ancak düpedüz “kötü”, “kısır”, “güdük” işlere de emek verildi, diye susacak değiliz. Birini planlayarak öldürmek de pusu kurup masum insanları katletmek de “emek” işidir. Buna da mı saygı duymamız gerekecek yoksa?

Devam edelim. “Konsept”i gördüm. Hazırlanan diğer sloganları inceledim. Semantik açıdan bütünlemeye kalan “Geleceği Hatırla” dışında, diğerleri için notum “iyi” idi. Ancak “hatırlamak” fiilini “gelecek” ile bağlamak dizlerimin bağını çözdü. Hulki Aktunç ustayı da yitirmiş olmanın acısı içinde, birkaç yazıdır “şuurlu” bir şekilde kullandığım argonun (Mrk. Büyük Argo Sözlüğü, Hulki Aktunç) dozunu artırıp kalemimi sivrilttim. Hulki Aktunç’a saygı dairesinde. Belli ki hiç kimse anlamamış. Daha doğrusu beni anlamaya ayıracakları vakitleri yok(muş), reklam sektörünün ağır ağabeylerinin. Eleştiriye katlanamayan bu “abi”ler, aba altından sopa göstermeyi ise gayet iyi beceriyorlar maşallah.

Bu fakir, “Trabzon’nun” yazan “İletişim” mezunu reklam yazarlarını bilir… Bu fakir, “saçlarım düzleşmiyorlar”ı bilir… Bu fakir “Japonlar’ın” yazanları bilir… Bu fakir, iyelik ekini kullanmayı bilmeyenleri, kullanmayı da “köylülük” zannedenleri bilir… Bu fakir, zengin mi zengin dilimizi “keyif, yaşam” gibi iki kelimeye tıkıştıranları bilir… Bu fakir, “birebir”in anlamından habersizlere en kristalinden “elma”lar verildiğini de gayet iyi bilir. Bütün bunları bilirken, güzelim dilimize taharet bezi muamelesi yapanlara sessiz kalacak değilim haliyle.

“Ruh der ki: Geleceği Hatırla” sloganını ele alalım. Hangi ruh? Galatasaraylılık ruhu mu? Kâmûs-ı Türkî gibi bir lügat başyapıtını bizlere armağan eden Şemseddin Sâmi’nin oğlu Ali Sami Bey’in ruhu mu? “Geleceği Hatırla” sloganıyla bütünleşen bir görsel kullanımı da yok işin kötüsü. Ali Sami Bey’in fotoğrafı, 1999-2000 sezonunun UEFA Kupası’nı kazanan takımın coşkulu fotoğrafıyla lehimlenseydi nasıl olurdu? “Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.” cümlesine sıkı bir gönderme yapma düşüncesini daha fazla ete kemiğe büründürmez miydi, “gelecek”in aslında “geçmiş”i imlediğinin bir vurgusu/kurgusu olarak? Sloganı yazanın aklına gelmemiş veya bu görsel kullanımını “banal” bulmuş olabilir. Kuru bir tribün görseli yerine, UEFA Kupası’nı veya Süper Kupa’yı göğe kaldıranların haklı gururunu yansıtan bir kare, bu deha ürünü (hayır, dalga geçmiyorum; böyle düşünüyorsunuz) ilanı daha anlamlı hale getirip daha etkili kılmaz mıydı? Bu fırsat kaçırılmış. Bence tabii. Slogan ile görsel bütünlüğü çok zayıf. Hatta yok! Slogan meramını nakletmekten, derdini ifade etmekten o kadar uzak ki! ilef.ankara.edu.tr’den “En Etkin Sloganlar” yazısı hatmedilmeli. Bununla yetinilmemeli elbette. Claude C. Hopkins’in My Life in Advertising and Scientific Advertising adlı kitabı da elden geçirilmeli. YKY’de Türkçesi var. David Ogilvy’nin, “Bu kitabı yedi kez okumayan hiç kimsenin reklamcılıkla ilgili herhangi bir şey yapmasına izin verilmemeli.”  dediğini hatırlatmak boynumun borcudur.

İdrak yolları iltihabından mustarip olanlarda şunlar görülür: Kibir, eleştiriye tahammülsüzlük, antidemokratik tavırlar, muhataplarını küçümseme… Kıymetli reklam duayeni Eli Acıman’ın, şu sıralarda emekliliğinin tadını çıkaran Erol Çankaya’ya ne dediğini, Erol Çankaya’nın ağzından aktarayım: “’Güzel… Lakin touche, touche’ derken ne kastettiğini anlamam uzun sürmedi; eskrimi örnek veren efsane reklamcı güzel sözün değerini anlıyor, ancak iyi metin yazarlığında aslolanın ‘touche’; yani sayı almanın, puan alan vuruşun önemli olduğunun altını çiziyordu…” Söz konusu sloganımızda ise sayı, puan karavana! Bence tabii.

Başarılı bulduğum birkaç slogan örneği vereyim. “Efes Pilsen – Bira, bu kapağın altındadır”, “Kalebodur – Seramik budur”, “Elka Kapı – 100 kapı hemen, 1000 kapı yarın”, “UNO – Ekmeğinizi elletmeyin”, Haluk Mesci’den. “Bellona – Hayatın güzelliklerine yaslanın”, “Calve soslar – Her şeyin üstünde”, “Aygaz – Aygaz’ı tanımak güvenle yaşamaktır”, Nur Arıoğul’dan. Şiir okumamakla, hatta profesyonel jüri üyesi-reklamcı Ali Taran gibi kitap okumamakla övünenlerin Ceyhun Atuf Kansu ödüllü şair ve reklamcı Aydın Hatipoğlu’nun “Bence BMC” sloganını yazdığını sektörde kaç kişi biliyor? 11 Kasım 2010’da vefat etti. Mekânı cennet olsun.

İmkân olsaydı da Eli Acıman’ın karşısına şu ifadelerle çıksaydınız: “Ayrıca Avrupa’nın en büyüğü olma yolunda ‘Cim Bom final yakışır sana’… ‘Sen şampiyon olacaksın’… gibi net olarak gelecekten dem vuran ifadeler tribünlerde yankılanmıştır. Gelecek, Galatasaraylılar’ın hep hedeflediği bir kavramdır. Başlık, Nike forma sponsorlugu dahilinde, geleceği bir kavram olarak ele alıp, geçmişe yönelik şeyleri değil, o çok alışık olduğun gelecek denen kavramı hatırla manasında yazılmıştır. Bu isin hedef kitlesi de futbolseverler oldugu icin kavramin anlasilmasinda bir sikinti yoktur.” Ne yazık ki o “net”lik kafanızdan çıkarak, sloganınızda cisimleşip hedef kitleye geçememiş. Düzelteyim: “Galatasaraylılar’ın” değil, “Galatasaraylıların” olmalı. Bağ fiillerden sonra virgül kullanılmaz. Altını çizdim.

Hedef kitleniz “homojen”miş anlaşılan. Pakize Suda’nın Habertürk’te bir programı var. İl il gezip o yörenin halkına birkaç kelimenin anlamını soruyor. “Bilakis” ile “bilhassa” kelimelerinin anlamını bilen hiç kimse çıkmadı, biliyor muydunuz? GS taraftarları arasında sanayi sitelerinde asgari ücrete talim edenler de var, sizin gibi Fransız kültürü alıp bazı hususlara “Fransız” kalan mürekkep yalamışlar da… Benim gibi az çok kitap karıştırmışlar da… Memleketin kültürel seviyesini benden iyi bildiğinizi zannediyorum. Kafanızda kurguladığınız “gelecek”, aslında “geçmiş”tir fikrinizi başarılı bir şekilde sipariş edilen işe yansıtamamışsınız benim nazarımda. Benim indimde bu böyle. Başarısız bir slogan son tahlilde. Şüphe yok ki bu sloganı “başarılı” ve “hedefi tam 12’den vuran” bir çalışma olarak bulanlar da olacaktır. Eli Acıman hayatta değil ama onun bir sözünü bu işiniz için kullanmak istiyorum: “Bu israftır ve ıskadır.”  Keyfiyet budur. Bu fakir de o kadar mühim bir şahsiyet değildir, takmayın o kadar kafanıza! Ancak unutmayın ki kibir, Se7en’ın John Doe’sunun da hiç hoşuna gitmez!

İki çift laf etmeden önce, tıpkı bu yazıyı klavyeye düşürmeden önce olduğu gibi, soluklanmıştım. Reklam sektöründeki Türkçe kullanımı üzerine yazdıklarım ortadadır. Dergiler, sanal dünya, kitap… Tenezzül buyurursanız tabii. “Yeni fırçalanmış gibi ferah nefes” garabetinin yazılabildiği bir memlekette, reklam sektörüne “yengen” demek, en çok da bana düşer!  Hulki Aktunç, Ege Ernart, Egemen Berköz, Erol Çankaya, Yavuz Turgul, Vural Sözer, Ersin Salman, Seyhan Erözçelik benim kadar “soft” olmazlardı, buna emin olun. Bana “had” bildirip kendinizi ciddiye alacağınıza, işinizi ciddiye almanızı salık veririm. Masamda bir “had cetveli” yok maalesef.

Eli Acıman ile başladık, William Bernbach ile sona yaklaşalım şifa niyetine. İki doz. Bakın üstat ne demiş: “Büyük hatalar kendimizden sorgulanmayacak kadar emin olduğumuz zamanlarda yapılır.” Bu birinci doz. “Önemli olan ne kadar kısalttığınız değil, nasıl kısalttığınızdır.” Bu da ikinci doz. Yan etkileri yoktur. Güvenle, alçakgönüllü bir ruh ikliminde tepe tepe kullanınız.

Son sözü “İmparator”a bırakıyorum: “Yel, kayadan ancak toz alır.”


Bozacının şahidi şıracı

“Mükemmel bir hayat istiyorsanız Robin Sharma’yı kesinlikle okumalısınız.”

Paulo Coelho