Tag Archives: Türkiye

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde “Huzur”umuz kalmadı.

Yaşasaydı 110 yaşında olacaktı. Keşke yaşasaydı! “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. Sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde anlatırım.” diyen bu “hülya adamı”nın 110. doğum günü, hâlâ ısıtılıp duran tatsız tuzsuz “Survivor” yemeğinin dumanlarına karışan, Drogba ile Forlan’ın kaprislerinin, nazlarının, fiyat artırma taktiklerinin arasında kaynayacağa benziyor.

Nasıl kaynamasın ki! Siyaset programlarının acar gazetecisi, sert polemiklerin hırçın çocuğu, azılı liberal Rasim Ozan Kütahyalı’yı, “Pişşti” ekolünden “Yerden Göğe” adlı programda sade suya tirit konular üzerine tezler geliştirirken görünce hüzünlendim açıkçası. Yerden göğe berbat bir program daha. Neyse, huzurumuzu kaçıran bu kabil zavallı programların panzehiri olabilecek birkaç romanla efkâr dağıtabiliriz. Sustuğu şeyleri romanlarında anlatan üstat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”una ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne sığınabiliriz.

Bugün 23 Haziran 2011. 23 Haziran 1901’de dünyaya gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 110. doğum günü. Bilmiyor muydunuz? İki üç tane “özlü söz” ezberleyip rakibine “70 milyonun önünde” laf sokanların, bunu ekranlara taşıyanların, o “özlü söz”leri yumurtlayanları havalimanlarında omuzlara alanların, kötürüm demokrasisiyle övünüp duranların… bitmez bu! Acaba kaç gazetede “haber” değeri taşıyacak “önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımız”ı dün-bugün, Doğu-Batı paradigmasında teşrih masasına yatıran 110. doğum gününü kutladığımız Ahmet Hamdi Tanpınar, kaç gazetede?

Sözü “Huzur”dan Mümtaz’a bırakıyorum: “Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar çevrelerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim, bir Nef’i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki, ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!”

Doğum gününüz kutlu olsun muhterem üstadım.


İbrahim Tatlıses yoğun bakımda. Jülide Gülizar öldü.

Ülke gündeminin şu sıralar 1 numaralı maddesini,  İbrahim Tatlıses’in kurşunlanması ve hâlâ hayatî tehlikeyi atlatamaması oluşturuyor. Ne Japonya’daki deprem ne Ergenekon ne de “dev derby”… Çok satan bir gazete ise “Artık şarkı söyleyemeyecek” manşetiyle, “türkü” ile “şarkı” arasındaki farktan bîhaber oluşunu cümle âleme gösteriyordu.

Yetkili yetkisiz pek çok insanın popüler kültürümüzün bu önemli figürünün sağlık durumuyla ilgili açıklama üstüne açıklama yaptığı sıralarda, TRT’nin ilk haber spikerlerinden, birçok spikerin yetişmesinde emeği bulunan, temiz diksiyonuyla belleklerde yer eden çok önemli adı Jülide Gülizar hayata gözlerini yumdu sessiz sedasız.

1929 doğumlu Jülide Gülizar, 1956’da Ankara Radyosu’na intisab etmişti. Türkçeyi ölçülü, temiz, akıcı bir şekilde konuşan, tatlı ses tonuyla pek çok gencin spiker olma hayalini yeşerten Jülide Gülizar, Türkçenin doğru kullanımı hususunda neredeyse ölene dek çaba harcadı. 1982’de TRT’den “emekli” oldu ama hayattan, Türkçeden bir an kopmadı. Bildiklerini, öğrendiklerini o mütevazı haliyle, şefkatli bir abla edasıyla talebelerine aktardı. “Where Are You Going Türkçe”, “Haberler Bitti, Şimdi Oyun Havaları”, “Yaşam, Sana Teşekkür Ederim”, “Burası Türkiye Radyoları”, “Bir Konu Bir Konuk” kitaplarıyla da birikimlerini, anılarını, tecrübelerini tarihe kazıdı. Kanal B’deki programlarıyla da mütevazı dil işçiliğini sürdüren Jülide Gülizar “Canlı yayın, röportaj teknikleri, dil yanlışları, TV tekniği” konularında dersler veriyordu.

Google ismi verilen arama motoruna “haber spikerleri frikik”, “ntv çalışan spiker saç modelleri”, “güzel haber spikerleri”, “seksi haber spor spikerleri”, “burcu esmersoy, banu güven” yazan “entel mastübatörler”, “Kırık Potkal”ıma takılıp aradıkları malzemeyi bulamayınca küfrü basıyorlardır muhtemelen. “Tematik” kanallarda “seksi spiker” avına çıkıp hayallerine erotik malzeme bulma peşinde koşan bu “sözlükçü” neslinin Jülide Gülizar’ın değerinden, spikerlik mesleğine yaptığı katkılardan haberdar olmadıkları aşikâr. Hele hele  günümüzün sonradan olma sarışın haber ve spor spikerlerinin Jülide Gülizar’dan öğrenecekleri o kadar çok şey vardı ki… Haber ve spor spikerlerinde artık şu “nitelikler” aranır oldu: Göz süzme, gerdan kırma, işveli bakış, dikkat çekecek kadar el kol hareketleri, masum dekolte, abartılı makyaj vs. vs.

Ünlü türkücü, “imparator” İbrahim Tatlıses hâlâ yoğun bakımda. Türkiye’nin ilk haber spikerlerinden Jülide Gülizar 15 Mart 2011’de öldü.


“N. Ç.”lere toplu tecavüzün Aref’esindeyiz!

13 Ekim 2010’daki “N. Ç. ile ‘aşkı memnunun sexs bölümleri’!” başlıklı yazımda şunları yazmıştım: “Gözünüz aydın kadın bedeninden arsızca nemalanan, acemice çekilmiş “sexs” sahnelerinden medet uman, reklam pastasının başında otağ kurmuş, sağındakini solundakini dirsekleyerek cukkasını doldurmak için her tür ahlakî değeri paramparça eden şanlı özel televizyon kanalları! Bu da oldu işte! Şu fakir, şu garip, şu kuş uçmaz kervan geçmez zavallı blog’um, “aşkı memnunun sexs bölümleri” yazanlarla doldu! (…) Beren Saat adlı ‘televizyon kahramanı’ kızın tecavüze uğrayan kız rolü kestiği derme çatma diziyi cümle âlemin gözüne gözüne, beynine beynine soktunuz! Dergilerinizle, gazetelerinizle, s’anal dünyanın iteklemesiyle ‘tecavüz’ anketleri düzenlediniz! (…)

N. Ç.’nin tecavüz davasını unuttunuz. N. Ç.’nin delik deşik ruhunu dağladınız utanmadan, yılışarak, ‘raiting chart’larını okşayarak, apış arasında dolaşan elleri teker teker sıvazlayarak…  12 yaşındaki N.Ç., 2003 yılında, aralarında çok sayıda kamu görevlilerinin de bulunduğu 33 [28] kişinin cinsel istismarına uğramıştı. Mardin’de. Cemil İpekçi’nin defile düzenlediği şehrimizde… ‘Cinsel istismar’ ne soğuk bir söz. Cansız. Bir erkeğin, heteroseksüel bir erkeğin bunu anlaması için bedenine, başka bir bedenin uzantısı girmeli! Zor kullanılarak… Rızası hilafına…

Bu da oldu işte! ‘Aşk’ öldü. “Seks” sanal ve kıymetsiz. Hukukun o meşhur terazisi ise mütecaviz ve yüreksiz.”

İşte o dava neticelendi, tüm Türkiye’nin konuştuğu (hep böyle olur zaten!), “mükemmel Türkçe”siyle de dikkat çeken, İranlı amatör bir illüzyonistin (“zihinbaz”mış kendi ifadesiyle) “yetenek”lerini sergilediği cafcaflı kumpanyanın dumanı tüttürülürken, biliyor muydunuz? O numaranın “original”ını sitelerine yükleyen haber kanallarının, yine o numaranın “sırrını” açık eden haberlerinin arasında “N. Ç.”nin davası kaynadı gitti. Bir akıl tutulmasıdır artık bu yaşanan, en okkalısından…

“N. Ç.” şimdi 19 yaşında. 7 yıl sonra “gerekçeli karar”da şunlar yazıyor, Aref’in gözbağcılığına kilitlenen Metin And’ı bilmez balık hafızalı ey halkım: “N.Ç.’nin rızası vardı, para kazanmak için yaptı”, “Her şeyin farkındaydı, zorla alıkonulmadı”, “Cebir ve baskı yok, isteseydi karşı koyabilirdi”

“Fiili livata”ya razı olan, rıza gösteren (?!) 12 yaşındaki N.Ç. şimdi 19 yaşında. Aref adlı bir “yetenek”in “kader”ini değiştirmesini nasıl da isterdi N. Ç. kardeşim!

“Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi, N.Ç.’ye bir kez tecavüz eden 13 sanığı, 15 yaşından küçük çocuğun ırzına geçtikleri gerekçesiyle, alt sınırdan 5 yıl hapisle cezalandırmıştı. Mahkeme, sanıkların cezalarından 6’da 1 oranında iyi hal indirimi yaparak, cezayı 4 yıl 2 aya düşürmüştü. Mahkeme, N.Ç.’ye birden çok defa tecavüz eden 11 sanığa ise 5 yıl 10 ay vermiş ve yine iyi hal indirimi ile cezayı 4 yıl 10 aya düşürmüştü. 18 yaşından küçük bir sanığa 3 yıl 2 ay ceza veren mahkeme, bir sanığı ise eyleminin teşebbüs aşamasında kalması nedeniyle 1 yıl 4 aya mahkum etmişti. Bütün sanıklara iyi hal indirimi uygulayan mahkeme N.Ç.’yi pazarlayan ve kendileri de fuhuş yapan T.T. ve E.A. isimli iki kadına ise alt sınırdan değil, alt sınırın 1 yıl üzerinde 6 yıl ceza vermiş, daha sonra bu cezayı suçun birden çok kez işlenmesi nedeniyle 9 yıla çıkarmıştı. Mahkeme bu iki kadına iyi hal indirimi de yapmamıştı.” (*gazete5.com)

Bir yanda 7 yıl önceki tecavüz travmasına rağmen hayata asılan, ne var ki son nefesini verene dek kolay kolay ruhundan, bedeninden kazıyamayacağı büyük tecavüz yarasıyla yaşamak zorunda kalan genç bir insan, bir yanda “reklamcı-şarkıcı-yapımcı” jürinin kâh ayağa kalkarak kâh oturarak alkış tuttuğu İranlı genç bir illüzyonist eliyle estirilen sun’i kasırga, bir yanda “dekolteliye tecavüz”e cevaz veren ilahiyat profesörü ve ona omuz veren muhafazakâr kesimin “kanaat önderi” Ali Bulaç, bir yanda da bu enfes “gündem” maddelerinden ateşli tartışma programları üreten “tematik” televizyon kanalları…

Yılların, estetik cerrahi marifetiyle bir türlü eskitemediği “süperstar”ı Ajda Pekkan, enteresan röportajlar vermeye gayret gösterdiği yıllarda şöyle demişti mealen: “Bir erkeğin beni elde etmesi için, beynimden iğfal etmesi gerekir.”

Bütün Türkiye’nin iğfal edildiği bir devri görmek de varmış KADERde, Sayın Pekkan!



Tabelalar, Türkçe, yazım hataları vs.

Sanal âlemde klavye oynatmaya başlayalı bir yıl olmuş. Dile kolay! “Dilek olay” diyenler de var antrparantez. Fakir “Kırık Potkal”ımıza tesadüf edenlerin pek çoğu, arama motorlarına şöyle yazmaktalar: “Tabela yazım yanlışları, Türkçeyi yanlış kullanan dükkân tabelaları, yazım yanlışı olan tabelalar, Türkçeyi bozan  tabelalar, tabelalardaki yanlışlıklar, yazım hatalı tabelalar, reklamda Türkçe hataları” vs. vs.

İstedim ki 2011’in bu ilk yazısında “hatalı Türkçe tabelalar” buketi sunayım… Kırık Potkal sanal âlemde amme hizmeti sunmuş olmanın haklı gururuyla, yeni denizlere yelken şişirecektir inşallah!

“Kulüp” kelimesine İngiliz kalanlar için yazalım: İngilizce “club” olarak yazılan bu kelime, Türkçede yalın halde “kulüp” olarak, ek aldığında ise “kulübü” diye yazılır.

Gelelim “kombi”ye… Acıbadem Hastanesi’nin Türkçe vizyonu (?) ile kenarda köşede kalmış bu “konbi”cinin aynı düzlemde ele alınması haksızlık olur elbette. Biri o kadar cafcaflı, albenili, renkli mi renkli ama gel gör ki bir yazım kılavuzuna bakmaya üşeniyorlar, diğeri tamir ettiği cihazın ismini dosdoğru yazamıyor. Her ikisi de asgari müşterekte pişpirik oynuyorlar. Renkli ve gri. “Kalorifer” ile “kombi”, olmuş mu “klorifer” ile “konbi”!

Üçüncü örneğimiz ise Hakan Şükür’ün 786 bin TL aldığı kurumdan: TRT’den; TRT’nin bir “futbol” programındaki altyazı bandında dil çıkarıyor. “Geniş özet” gibi deha ürünü bir sözü biz fânilere armağan eden bu nezih müesseseye nasıl bir ceza kessek acaba? Yanlış yazdığı her sözcük için banka hesabıma Hakan Bey’e bahşettiği toplam ücretin %1’ini gönderse kıyamet mi kopar Mr. Coppola?

TDK adlı müessese “özet” için şu tanımı vermiş: “Bir yazı veya sözün anlamını daha kısa ve özlü biçimde veren yazı veya söz, hülasa, fezleke, ekspoze: Romanın özeti. 2. sin. ve TV Filmin konusunu en kısa biçimde anlatan, bir senaryo çalışmasının ilk basamağı olan metin.” Bravo sizlere! “Geniş özet”, “dar özet”, “kısa özet”, “uzun özet”… Azat buzat, beni ahirette gözet!

Birkaç hafta önce Kızıltoprak’ta bir süpermarkette dört tekerlekli sepetimle ralli hevesimin ateşini söndürmeye çalışırken, “çok satar” standına benzer bir köşenin de tüketicilere sunulduğunu görünce frene bastım. Hafif mi hafif kitaplarla oluşturulmuş bir stant… Migros’un kitap stantları ağır kalır, o hesap! İçlerinde en ele gelenini, vasata yakın olanını karıştırmaya başladım. Daha sonra arka kapak yazısına göz attıktan sonra, bir de sondan başa bir tura geçecektim ki “senior”undan “junior”ına, mürekkep yalamışından ilkokul üçten terkine, hemen hemen herkesin çuvalladığı bir anlatım/ifade bozukluğunu görüp olduğum yere çakıldım. Reklamın kötüsü olmazmış, Mine Hanım. Bu kıyağımı da unutmayın!

“Ben okundukça kitap, sen okudukça insansın!” Düzelteyim: “Ben okundukça kitabım, sen okudukça insansın!” İki cümleyi bir batında çıkarmaya kalkıştığınızda çok dikkatli olmanız gerekir. Aksi durumda şöyle bir cümle karşılar sizi: “Ben okundukça kitapsın, sen okudukça insansın!” Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın Türkçe duygusundan nasiplenmemiş, hatalı ifadelerinin göze batmadığı bir edebiyat ortamında Carpe Diem bu yanlışı yapmış çok mu?

Ne demiştik? “Senior”undan “junior”una mı? Alttaki fotoğrafta ise Komili Bebe Şampuanı’nın “body copy”sini görmektesiniz.

(…) “bebeğinizin hassas saç ve saç derisinin sağlıklı gelişimine yardımcı olsun.” Olsun be! “[B]ebeğinizin hassas saçının ve saç derisinin sağlıklı gelişimine yardımcı” olsa nasıl olur, abilerim?

Sondan bir önceki tabelamızda ise İskender Pala’yı İngilizce “ve” imini savunurken görmekten hayrete düşeyazdığım “&” imine bakacağız. (Kırmızı dergisinin 26. sayısının 64. sayfasında “RYD konusu: ‘&’ huzurlarınızda ve!” başlıklı yazıma göz atmanızı rica ederim. D&R’larda, gazete bayilerinde hediyesi 2 TL!)

“İmam-cemaat” ilişkisi mi dersiniz, dersimiz “korelasyon” mu, orasını bilemeyeceğim ama tabelamızdaki kullanım muhteşem bir dil sentezini belgeliyor.

Şimdi de “GIDA & TEKEL” görselinin altındaki fotoğrafa bakalım. “İTÜ Kurtköy E10 tayfası” Kadıköy’deki Adapazarı Islama Köftecisi’nde çorba içmişler. Afiyet olsun! Ne yazık ki hâlâ -de bağlacının kullanımını öğrenememişler bizim İTÜ Kurtköy E10 taifesi! “Ya hocam, alt tarafı bir köftecinin masa altına not yazıyoruz, ona mı dikkat ediceez yani?” müdafaasını buna benzer cümlelerle yapacaklardır arkadaşlarımız muhtemelen. Oysa Türkçe yazarken (nerede olursak olalım, hangi iletişim aracını kullanırsak kullanalım) olabildiğince hassas, titiz ve dikkatli olmamız icap eder. “Cnm, nber, ok, muck, tşk” gibi “tasarruflu” bir iletişim dili almış başını gitmişken benimki “ükela moruk” muhabbeti gibi algılanıyor. Her şeye rağmen, meraklısı için -de bağlacının kullanım alanını nakledeyim: “Başlıca görevi, birlikte kullanıldığı sözcüğün kavramını daha öncekine katmak olan de bağlacı, kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır; ünlüsü, kendinden önceki sözcüğün ünlüsüne kalınlık-incelik yönünden uyar; ancak, bağlacın başındaki ünsüz değişmez: Ben de görüyorum. Ondan da isterim. Defter de gerek, kitap da… De bağlacı, adların durumunu bildiren -de ekiyle karıştırılmamalıdır. De bağlacı, bir sözcük olduğıu için ayrı yazılır; ek olan de ise bitişik yazılır ve bitiştiği sözcüğe ünsüz ve ünlü bakımlarından uyar: ev-de, yol-da, beşik-te, sokak-ta…”

Not: 18 Nisan 2011 itibariyle Kırık Potkal’ın “en çok” tıklanan/okunan/bakılan yazılarından biri “Tabelalar, Türkçe, Yazım Hataları vs. vs.” yazısı olmuş. Dile kolay, tam tamına 289 tık! 41,5 kere maşallah! Madem bu konuya özel bir ilgi var, o halde aşağıdaki linke kırmızı bir halı döşemek gerek: http://www.facebook.com/home.php#!/group.php?gid=47973265870


Tabela mabela: “Bahariye Şube” veya iyelik ekinin suçu ne?

(…) “Kahraman Bakkal”ları yere seren “süpermarket”lerden birinin manav bölümündeki karton panoda da şöyle bir yazıyla burun buruna gelseniz: “Amasya Elma”. “Sabit pazar”lardan birinde de şunu göreceksiniz: “Tokat Yaprak”!

İyelik eki kullanmak çok ayıp artık! Bu saçma sapan durumu İngilizcenin ezici etkisine bağlamak durumundayız. Bir bankanın “özdevimli/özdevinimli vezne”sine; yani ATM’sine (Automated Teller Machine) yaklaştım. Şubenin cam kapısındaki çıkartmada şu yazıyordu: Bahariye Şube. Bu aymazlık, bu şaşkınlık, bu cehalet neyin nesidir? Bu bankaların Türkçeden anlayan bir görevlisi yok mu? İyelik ekini kullanan bankalara “sendikasyon kredisi” taleplerinde zorluk mu çıkarılıyor yoksa?

“Bahariye Şubesi” yazmanın “küçük düşürücü” bir yanı mı var, pek merak ediyorum. Aynı özensizlik, aynı rezalet sokak adlarında da olanca yüzsüzlüğüyle pis pis sırıtıyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca (Mrk. Çocuk ve Allah -mutlaka okunmalı-) Sokak… “Türkçem; benim ses bayrağım” diyen rahmetli şaire varlığında ve yokluğunda yapılmış çok tatsız bir şaka! (…)

(FAX, TAXI & SEX Espassız Sayıklamalar, sayfa 177)


Bir pankart!

Hatırlar mısınız bilmem, aylar önce Ankara Adliyesi önünde Ankara Kadın Platformu üyeleri pankart açıp Siirt’te büyüyen cinsel istismar sivilcesinin cerahatine dikkat çekmek için bir eylem düzenlemişler, attıkları sloganlarla bu yaraya dikkat çekmeye çalışmışlardı.

Grup, basın açıklamasında şu sözlere yer vermişti: “Kadınlara yönelik şiddet; kadın cinayetleri ve gitgide yaygınlaşan taciz ve tecavüzlerle devam ediyor. Dün Mardin, bugün Siirt ve Van-Erciş… Ve daha ortaya çıkmamış, çıkartılmamış onlarcası…”

Bu insanî hassasiyet, soylu dayanışma takdir edilesi elbette. Sözü dallandırıp budaklandırmaya lüzum yok. Fotoğrafa bakalım. Hadi “espas”ı paspaslayalım… “..!” garabetine gıkımızı çıkarmayalım… Ancak, “Ankara Kadın Paltformu“nu n’apacağız?

Susmayın, tecavüze sessiz kalmayın, iyi güzel… Hazırlattığınız pankartta ne yazıyor, nasıl yazıyor diye bir bakmayı da ihmal etmeyin lütfen.


“AŞK-I MEMNU”CULAR FENA KANDIRILDINIZ!

Önce yazarının isminden başlayalım: Servet-i Fünun Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Halit Ziya Uşaklıgil’in adı, sokak köpekleri için kullanılan “it” telaffuzuyla okunmaz!

“Ha:lit” diye okunur. 1897-98 arasında Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan Aşk-ı Memnu, Türk romancılığının kavşak noktalarındandır. Adaşı Halit Refiğ tarafından TRT için çekilen dizi, dönem atmosferini görece daha tutarlı, başarılı bir şekilde görselleştirmişti. Adı üzerinde; “adaptasyon”. Ancak, şu an televizyon ekranlarından taşan “şey” Aşk-ı Memnu’nun ruhuna değil yaklaşmak, uzağından bile geçemiyor.

Romana sadık kalıp bir dizi çekmek zordur. Bu zorluğun törpülendiği yerler olabilir ama temel alınan bir eseri bambaşka bir şeye dönüştürmek… Bu olmaz işte! Roman uyarlaması ciddi bir iştir. Şıpınişi yazılıp çekilemez! Romanın anlattığı tarihsel dönem, buna bağlı olan kurgu tamamen çöpe atılmış ve ortaya sıradanın sıradanı, bir burjuva (esasında “sonradan görme” demek daha doğru) ailesindeki aşk meşk, aldatma, entrika hikâyesi çıkmış. Yazık.

Google’dan “aşkı memnunun son bölümü”nü arattıranlar, sözüm size! Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (kim diye sormayın, onu da arattırın lütfen) şu sözlerine dikkat edin:  “Sadece realist teknik ve psikoloji itibariyle bakılırsa, her zaman mükemmel sayılabilecek bir eser.” Edebiyat eleştirmenleri de, Bihter’i Gustave Flaubert’in Madam Bovary’si ile Lev Tolstoy’un Anna Karenina’sıyla kıyaslar, “son”u itibariyle. Evet, dizinin değil, romanın sonunda Bihter intihar ediyor! Elinde de “ayfon” yok!

Roman o kadar boyutludur ki, o kadar iyi bir dönem panoraması ve saptamaları vardır ki, Firdevs Hanım, Bihter ve Peyker, Tanzimat sonrasının “alafranga” yaşamını temsil eden bir rolde çıkar karşımıza. Adnan Bey’le temsil edilen ise geleneksel değerlere bağlı, Batılı yaşam biçimine uyum gösteren üst sınıf bir Osmanlı ailesidir. Üstat Halit Ziya Uşaklıgil, romanını karşıtlıklar, çelişkiler ekseninde kurup geliştirirken Batı-Doğu kıyasını yarattığı karakterler aracılığıyla vermiştir. Kuru kuruya bir “yasak aşk” dizisi olarak “uyarlama” yapmak romana, yazarına düpedüz hakarettir. Tekrarlayayım: Bir romanı adapte etmek demek, bire bir romanı perdeye/ekrana getirmek değildir. Ne var ki, Aşk-ı Memnu sıradan bir “yasak aşk” romanı da değildir!

Romanda anlatılan, altı çizilen kavramlara bakalım: Batılılaşma, alaturka-alafranga hayat, toplumsal değişim, sınıfsal farklar… “Melih Bey-Adnan Bey” karşıtlığında verilir bu sınıfsal fark… Adnan Bey ile Firdevs Hanım’ın oturdukları köşk arasında ne fark var? Sponsor şirket sağ olsun! Hepsi aynı lüks içinde yaşıyor. Ebeveyn banyosu, yaşam alanları, bir ihtişam bir modernlik sormayın gitsin! E, o zaman nerede kaldı bu sınıfsal fark?! Behlül’ün “alafranga” hayatın getireceklerini işaret eden “Şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir valide ile şık bir hemşire! Bütün şık! Biz de Melih Bey takımından oluyoruz.” sözleri dizide yerini bulmazken, Kıvanç Tatlıtuğ’un acemi oyunculuğuyla (Kenan İmirzalıoğlu da zamanla düzeldi. Onun “oyuncu koçu”na başvurabilir.) temsil edilen Behlül Bey, “marka” kıyafetlerle, “ayfon”larla, “spor” otomobillerle gezip tozarken, bu diziye “Aşk-ı Memnu” demek çok büyük bir terbiyesizliktir.

Halit Ziya’nın muhteşem “ruh tahlilleri”nin tadına varmak şöyle dursun, Bihter’in, Nihal’in en küçük ruhsal değişikliğinin kenarından köşesinden dahi geçemiyoruz! Yıldızın parlasın diye dizi ve reklam (deodoran, cips) sektörüne hızlı bir giriş yapan Beren Hanım’a ödenen paralara dudaklarımızın uçuklaması yetmeyebilir! Acun Bey’in 2.6 milyonluk vergi beyanını, bu gidişle Beren Hanım tarihe gömecek güle oynaya! Onun oyunculuğu da tatmin edici olmaktan uzak. Ortalıkta oyuncu kıtlığı var. Bu kesin. Bu kıtlığın minik örneği olarak şu reklamlara dikkat edin: Garanti Destek ile Binnur Kaya’lı Haber Türk reklamlarındaki “haber spikeri” aynı kişi! Pes! Dediğim gibi, reklam piyasasında “casting” sıkıntısı had safhada. Vakit geçirmeden bir reklam ajansına 20 TL ödeyin ve boy-portre fotoğrafınızla kataloglara girmeye bakın. Neyse.

Bihter’in çapraşık ruh dönüşümlerini, içindeki ruhî çalkantıları anlamlandırabilmek, anlamak ne mümkün! Bir kere dizinin “müziği” buna en büyük engel! Oyuncuların rol kesmelerini yeterli bulmayanlar, ruh hallerine tercüman olduklarını zannettiği iç bayıcı müziği görüntülerin üzerine boca ediveriyorlar! Vaziyet tam bir facia!

Karakterler sığ, dönem atmosferi sıfır, oyunculuk, yönetim kötü. Neymiş, “Halit Ziya Uşaklıgil’in ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu”ymuş! Sizi bilemem ama benim karnım tok bu dibi tutmuş yemeklere!

“Aşk-ı Memnu”cular fena kandırıldınız! Nihal, mürebbiyesinin gidişiyle iyice yalnız kalmıştır. Sevilmeye muhtaçtır Nihal ve… Behlül’ü bir arkadaş/kardeş gibi seven Nihal, Behlül’ün Bihter’den sıkılıp uzaklaşması ve Nihal’e biraz yaklaşmasıyla… Bırakıverir kendini… Yalnızlığına merhem olarak görür Behlül’ü… Ta başından Behlül’e âşık değildir yani Nihal!

“Aşk-ı Memnu”cular fena kandırıldınız! Romanı adapte etmediler! Romanı ters yüz ettiler! Tüm bunları yapacaksanız, kuru kuruya bir “yasak aşk”a endeksleyecekseniz diziyi, ne demeye kandırdınız insanları Halit Ziya Uşaklıgil diye, Aşk-ı Memnu diye? Zenginler arasında, köşklerde oturup son model ciplerle, otomobillerle gezen, aşçı, uşak, mürebbiye istihdam eden sözde “burjuva” mensubu bir aile içi “yasak aşk” hikâyesi neyinize yetmedi? Niçin Halit Ziya Uşaklıgil’i ve “ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu”yu sömürdünüz, niçin?

Bu dizinin senaryo yazarlarına İsmail Cem adına bir de ödül verildi ya… Yazıklar olsun! Hâla “yasak aşk” dizisinin sonunu merak ediyor musunuz? Buyrun, o da burada: https://adnanalgin.wordpress.com/2010/05/20/ask-i-memnunun-son-bolumu/


“Kader”e bak!

Türkiye Taş Kömürü Kurumu’nun Zonguldak Kilimli’deki  Karadon Maden Ocağı’nda meydana gelen “kader” sonucu 30 maden işçisi artık yaşamıyor.

Yakınlarına sabır, metanet diliyorum. Şimdi biraz daha eksikler. Ve eksiğiz. “Zonguldak Kömür Havzası’nda İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği” raporu, “kader” kelimesini kendi kaderiyle baş başa bıraktıracak kadar ciddi, bilimsel verilerle, tespitlerle dolu. Biliyor muydunuz?

Satılık Kader

İstanbul’da meydana geleceği öngörülen depremden sonra, yetkililerin demeçlerinde büyük bir hüzünle kullanabileceği çok temiz, çok hisli, çok içli “kader”…