Monthly Archives: Haziran 2010

Bugün, 28 Haziran 2010 Pazartesi.

İlhan Berk’in “iki elle”, Ece Ayhan’ın “dört kolla” yazdığını söylediği, bir dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı, CHP senatörü Muhsin Batur’un oğlu, 1987-88 arasında Gergedan terbiyeciliği yapan, Ahmet Güntan ve İzzet Yasar’la birlikte “Reşit İmrahor” projesi kapsamında şiirler yazan, şair ve denemeci Enis Batur, 28 Haziran 1952’de doğdu.


AŞK-I MEMNU veya bir dizi fiyasko!

Hâlâ “arama motorları”na “Bihter altıpatlar”, “askı memnunun son bölümü”, “aşkı memnunun final raitingi” gibi sözler yazılıp tam bir fiyasko olan “Yasak Aşk” adlı televizyon dizisine “ilgi ve alâka” gösteriliyor. Uyan ey halkım! Ayıl ey halkım!

“Tematik haber kanalı” olacak “ne te ve”nin ana haber bülteni de “AŞK-I MEMNU VEDA” adlı müsamere için Suada’da düzenlenen “event”e canlı bağlandı ya! Pazarlamanın, cilalamanın şahikası! Kıvanç Tatlıtuğ sarı saçlarının, mavi gözlerinin kremasını dizi başına aldığı uçuk paralarla yedi ama yetmedi, THY de bu “trend” lokomotifin vagonlarından biri olan Kıvanç’a sarıldı. (Beren’e de Patos sarıldı, bilmeyenlere -yoktur ya- haber verelim.) Neyse. Güle güle, hatta katıla katıla harcıyorlardır paracıklarını… Biz iç çekmeye devam edelim, adaletin bu mu dünya diye diye, Orhan Baba tevekkülü içinde…

Güzel genç kızlarımız, saygıdeğer ev kadınlarımız! Size aylarca seyrettirilen şey, asla ve kat’a Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su değildi! Bunu anlayın artık! Dandik dizilere prim vermeyin daha fazla! Size, köklü ve “çok zengin” bir aile içinde cereyan eden bir “yasak aşk” öyküsü göstermeye çalıştılar. Çalıştılar… O kadar! Bunu yaparken de, tiyatrocu olmaya heves edenler için düzenlenmiş bir yarışmadan, diğer heveslilere göre eli yüzü daha düzgün olan ve sahne üzerinde daha az sırıtan bir oyunculuk performansı sunan genç bir kızdan devşirilen “Bihter”i imal ettiler. “Behlül” için de, “Best Model of Turkey” yarışması birincisi Kuzey Avrupa ırkına yakın, beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü, “buz adam” kılıklı, oyunculuk performansı yerlerde sürünen bir genci buldular. Eh, Yılmaz Güney’in eski eşi ve mihrabı hâlâ yerinde bir Nebahat Çehre (ki dublaj sanatçısı Gülen Karaman’ın hakkı yenmesin) ile “çıtır/Lolita” kadrosundan bir “Nihal” ile yılların tiyatro oyuncusu Selçuk Yöntem de “Adnan Bey”… Ha “Bihter” yerine “Berna” olmuş, ha “Behlül” yerine “Berhan”, ha “Nihal” yerine “Nermin”… “Adaptasyon” bile olamayan bu garabette (iki ayaklı, dört hortumlu ve altı kanatlı bir fil hayal edin lütfen), sözde Nihal’in yakın arkadaşı “Sex and the City”den bahis açabiliyordu! Ört ki ölem! Mensubu olduğu televizyon kanalı ve tüm iştirakleri de bu diziye dair incir çekirdeklerinden kubbe imaline kalkınca, alın size yılın müthiş dizisi Aşk-ı Memnu! Yerseniz tabii!

Gelelim dün akşamki “Veda” bölümüne… “Kına gecesi” sahneleri tam bir felaketti! Bekârlığa veda partisi de tam bir ufuksuzluk örneğiydi. Burjuva (ayıp olmasın diye “sonradan görme” yazmıyorum) mensuplarının “bekârlığa veda” partilerinin bu kadar “edepli” seyrettiğini düşünen var mı? Güldürmeyin adamı! RTÜK korkusu ne senaryolar yazdırtıyor insana!

Hele hele CNBC-e’nin favori dizisi “24”vâri numaralar neydi öyle! Bihter’in mezar taşını birkaç kez gösterdiler “fan”larına… “24 Haziran 2010” idi ölüm tarihi! Aman pek esprili, pek yaratıcı! Sanki tüm dizi boyunca “eş zamanlı” bir teknik kullanılmış gibi… Hey Allah’ım! Bu ne zıpçıktılık, bu ne fason özenti böyle! Başımı sağa sola sallayarak ve lâ havle çekerek bakmaya çalıştığım sahnede, koyu renkli güneş gözlükleriyle tam takım musalla taşının başında toplaşan cemaatin cenaze namazına durduğu anda çalan “müzik” beni benden aldı! Nasıl almasın ki! İç bayan ve her sahnede baskın haliyle kulak tırmalayan “acıklı” fon müziği, yerini Bach’ın “Air on the G String” eserine bırakmıştı! İç burkan, hüzünlü müzik olarak bunu bulabilmişler demek!

Neyse ki, bu berbat müsamere bitti. Dizinin başrol oyuncuları küplerini bir güzel doldurdular. Afiyet olsun. İkinci derece rollerde oynayanlar da durumlarını düzeltmişlerdir. Olan yine set işçilerine, ışıkçılara, “key grip”çilere, “best boy”lara olmuştur. Yapım şirketinin sahiplerinin parmakları uyuşmuştur para saymaktan…

“Uyuyan Güzel” rolünü yıllardır aynı şaşmaz azim içinde oynayan halkımızın uyanmaması için tüm popüler kültür endüstrisi de harıl harıl, gece gündüz, deliler gibi çalışmaya, Barthes, Lacan, Chomsky, Ünsal Oskay, Habermas, Jung, Canetti, Luhan gibi adları öcü kisvesine büründürüp okunmaması için ellerinden geleni yapmaya devam edecektir dört dönerek ve futbolun göz kapaklarını ağırlaştırıcı gücüne abanarak…

Gökten üç elma düşmüüüüş… Biri Shrek’in dublajcısına, biri Shrek’in yakın dostu eşeğin dublajcısına, biri de hafta içi her gece mezar taşı beyazı dişlerini göstere göstere gülen (!) kadının başına…

– Ay kııız, Bihter’in giydiği o beyaz elbise ne kadar hoştu di miii?

– Evet, aynen öyle!

Not: Ah şu yufka yüreğim yok mu! Gördüm ki “gugıl”lara “aşkı memnu cenazede çalan müzik” yazılmakta, “çılgınlık” hâlâ had safhada… Ah şu yufka yüreğim, ah! Ama bu son, ona göre… Link emrinizde:

http://video.google.com/videoplay?docid=-4698890410553974385#


Ali Saydam’a cevabımdır!

Sayın Ali Saydam,

15.06.2010 tarihinde Marketing Türkiye’de yayımlanan “Pasta küçüldü mü itiş kakış büyür!..” adlı yazınızın, “Korku filmi mi reklam filmi mi?..” ara başlığını taşıyan yazınızda “dublaj” sanatçılarına yönelik “o adam” nitelemeniz çok yakışıksızdı!

Bursalı iletişim ustası arkadaşımız Tolga Yücel” yazıp “o adam” ve “adamcağız” gibi sıfatlarla değerli “dublaj” sanatçılarını (evet, “seslendirme” bir “sanat”tır) küçümsemeniz çok çirkin.

“O adam” dediğiniz, 1990’da hayata veda eden sinema-tiyatro oyuncusu, yönetmen ve unutulmaz “dublaj sanatçısı” değerli Agâh Hün’dür. Belki de, Abdurrahman Palay’ı anlatmak istiyordunuz… Bu dublaj sanatçıları kimdir, diye küçük bir araştırmaya tenezzül etmemişsiniz ki!

Bakın Ali Bey, “The Message”ın (Çağrı) Hz. Hamza’sına can veren o muhteşem ses, Agâh Hün’e aittir. “Lion of the Desert” (Çöl Aslanı) filminde Anthony Quinn’in oynadığı “Omar Mukhtar”a can veren de Agâh Hün’dü! Tarık Gürcan, Pekcan Koşar, Nevin Akkaya, Alev Emre, Güner Ümit, Rıza Tüzün, Hayri Esen, Jeyan Mahfi Ayral (Tözüm) gibi Agâh Hün de, yerli-yabancı pek çok filmi hem “kült” mertebesine çıkarmışlardır hem de pek çok sinema oyuncusunun “star”lığında “söz” sahibi olmuşlardır. Bir düşünün… Selvi Boylum Al Yazmalım‘da Kadir İnanır’ın oyunculuğunu katmerleştiren kişi, “İlyas” karakterine sesini veren Pekcan Koşar’dır! Kezâ Asya… Tijen Par’ın “dublaj sanatçılığı” olmasaydı, Asya ne kadar hafızalarımıza nakşolabilirdi?

Ali Bey, emrinizde o kadar çalışanınız var. Yazınıza konu edeceğiniz kişilere dair küçük bir araştırma yaptırma zahmetine katlanmamış olmanız bir yana, çalakalem klavye kullanımınız da okuyucularınıza göstermediğiniz saygının nişânesi sanki! Örnek mi? “Birebir” değil, “bire bir”; “Kpayın gözlerinizi” değil, “Kapayın gözlerinizi”; “Güzel slogan, ancak araya gidiyor…” değil, “Güzel slogan, ancak arada kaynıyor/gidiyor…” vs.

Ölülerin ardından daha nazik bir şekilde hitap etme “duyarlılığı” göstermeniz, “iletişimci” kimliğinize halel getirmez! Önemle hatırlatırım.

Adnan Algın

Not: Hakan Plastik, Fi Yapı reklamlarının “Dış Ses”i Kemal Ayyıldız’dır. Ayrıca, Shop & Miles (İspanyolca), Shop & Miles (Çince), Turkcell Süper Tarife, Schweppes, Detan Maxi gibi firmaların/markaların reklam filmlerini de seslendirmiştir.

***

25 Haziran 2010 tarihinde Sayın Ali Saydam’dan gelen e-postayı olduğu gibi yayımlıyorum. Kraldan çok kralcı olan M. Türkiye’nin gösteremediği olgunluğu ve demokratlığı gösterdiği için kendisine teşekkür ederim.

“Merhabalar Adnan Bey,
Uyarılarınız için teşekkürler…
Ancak kastedilen kişi kesinlikle Agâh Hün değildir… Çünkü söz konusu dublaj son birkaç ayın konusudur. Diğer kastedilen fragman dublajı ise ABD’dendir. Yani yine rahmetli Hün olamaz…
Duyarlılığınıza ve şahsınıza
Saygılar.
Ali Saydam”


24 Haziran 2010 – Nev’î ile Hemingway

Asıl adı Yahya olan XVI. yüzyıl Osmanlı şairi Nev’î (Malkaralı Nev’î) 24 Haziran 1599’da öldü.

çün mihr-i kemāl bende tābān
sen görmesen ermez ana noksān

hurşidi egerçi görmedi būm
hurşid degül cihānda mezmūm

sanma beni murg-ı āşiyānam
ben gevher-i kān-ı lā-mekānam

362 yıl sonra, ABD’li edebiyatçı Ernst Hemingway intihar etti.


Bilmece bildirmece, çoban armağanı FTS – 3

“Doğallığın tek bir anlamı vardır: Düşüncelerini davranışlara dönüştürmek. Oysa bugün kimse doğal değil. Herkes sahte.” 

Bu cümlelerin yer aldığı romanın ve yazarın adını adnanalgin@gmail.com adresine ilk olarak gönderecek kişiye, imzalı “FTS Espassız Sayıklamalar”…

Bitiş tarihi: 18 Haziran 2010, saat 14.00.

İpucu 1: Kitabın adı tek sözcük.

İpucu 2: Yazarın soyadında “D” harfi bulunuyor.


Bilmece bildirmece, çoban armağanı FTS – 2

“Seni anlıyorum demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada. ”

Bu cümlelerin yer aldığı romanın ve yazarın adını adnanalgin@gmail.com adresine ilk olarak gönderecek kişiye, imzalı “FTS Espassız Sayıklamalar”…

Bitiş tarihi: 17 Haziran 2010, saat 12.00.

İpucu 1: Kitabın adında bir adet bağlaç var.

İpucu 2: Yazarın soyadında “G” harfi bulunuyor.


Bilmece bildirmece, çoban armağanı FTS – 1

“Denge, insanoğlunun icat ettiği en vahşi kavramdır. İp cambazının kendini en iyi hissetiği an, kendini ağa bıraktığı andır oysa.”

Bu cümlenin yer aldığı romanın ve yazarın adını adnanalgin@gmail.com adresine ilk olarak gönderecek kişiye, imzalı “FTS Espassız Sayıklamalar”…

Bitiş tarihi: 16 Haziran 2010, saat 14.00.

İpucu 1: Kitabın adı 3 sözcükten oluşuyor.

İpucu 2: Yazarın soyadında “Y” harfi bulunuyor.


“AŞK-I MEMNU”CULAR FENA KANDIRILDINIZ!

Önce yazarının isminden başlayalım: Servet-i Fünun Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Halit Ziya Uşaklıgil’in adı, sokak köpekleri için kullanılan “it” telaffuzuyla okunmaz!

“Ha:lit” diye okunur. 1897-98 arasında Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan Aşk-ı Memnu, Türk romancılığının kavşak noktalarındandır. Adaşı Halit Refiğ tarafından TRT için çekilen dizi, dönem atmosferini görece daha tutarlı, başarılı bir şekilde görselleştirmişti. Adı üzerinde; “adaptasyon”. Ancak, şu an televizyon ekranlarından taşan “şey” Aşk-ı Memnu’nun ruhuna değil yaklaşmak, uzağından bile geçemiyor.

Romana sadık kalıp bir dizi çekmek zordur. Bu zorluğun törpülendiği yerler olabilir ama temel alınan bir eseri bambaşka bir şeye dönüştürmek… Bu olmaz işte! Roman uyarlaması ciddi bir iştir. Şıpınişi yazılıp çekilemez! Romanın anlattığı tarihsel dönem, buna bağlı olan kurgu tamamen çöpe atılmış ve ortaya sıradanın sıradanı, bir burjuva (esasında “sonradan görme” demek daha doğru) ailesindeki aşk meşk, aldatma, entrika hikâyesi çıkmış. Yazık.

Google’dan “aşkı memnunun son bölümü”nü arattıranlar, sözüm size! Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (kim diye sormayın, onu da arattırın lütfen) şu sözlerine dikkat edin:  “Sadece realist teknik ve psikoloji itibariyle bakılırsa, her zaman mükemmel sayılabilecek bir eser.” Edebiyat eleştirmenleri de, Bihter’i Gustave Flaubert’in Madam Bovary’si ile Lev Tolstoy’un Anna Karenina’sıyla kıyaslar, “son”u itibariyle. Evet, dizinin değil, romanın sonunda Bihter intihar ediyor! Elinde de “ayfon” yok!

Roman o kadar boyutludur ki, o kadar iyi bir dönem panoraması ve saptamaları vardır ki, Firdevs Hanım, Bihter ve Peyker, Tanzimat sonrasının “alafranga” yaşamını temsil eden bir rolde çıkar karşımıza. Adnan Bey’le temsil edilen ise geleneksel değerlere bağlı, Batılı yaşam biçimine uyum gösteren üst sınıf bir Osmanlı ailesidir. Üstat Halit Ziya Uşaklıgil, romanını karşıtlıklar, çelişkiler ekseninde kurup geliştirirken Batı-Doğu kıyasını yarattığı karakterler aracılığıyla vermiştir. Kuru kuruya bir “yasak aşk” dizisi olarak “uyarlama” yapmak romana, yazarına düpedüz hakarettir. Tekrarlayayım: Bir romanı adapte etmek demek, bire bir romanı perdeye/ekrana getirmek değildir. Ne var ki, Aşk-ı Memnu sıradan bir “yasak aşk” romanı da değildir!

Romanda anlatılan, altı çizilen kavramlara bakalım: Batılılaşma, alaturka-alafranga hayat, toplumsal değişim, sınıfsal farklar… “Melih Bey-Adnan Bey” karşıtlığında verilir bu sınıfsal fark… Adnan Bey ile Firdevs Hanım’ın oturdukları köşk arasında ne fark var? Sponsor şirket sağ olsun! Hepsi aynı lüks içinde yaşıyor. Ebeveyn banyosu, yaşam alanları, bir ihtişam bir modernlik sormayın gitsin! E, o zaman nerede kaldı bu sınıfsal fark?! Behlül’ün “alafranga” hayatın getireceklerini işaret eden “Şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir valide ile şık bir hemşire! Bütün şık! Biz de Melih Bey takımından oluyoruz.” sözleri dizide yerini bulmazken, Kıvanç Tatlıtuğ’un acemi oyunculuğuyla (Kenan İmirzalıoğlu da zamanla düzeldi. Onun “oyuncu koçu”na başvurabilir.) temsil edilen Behlül Bey, “marka” kıyafetlerle, “ayfon”larla, “spor” otomobillerle gezip tozarken, bu diziye “Aşk-ı Memnu” demek çok büyük bir terbiyesizliktir.

Halit Ziya’nın muhteşem “ruh tahlilleri”nin tadına varmak şöyle dursun, Bihter’in, Nihal’in en küçük ruhsal değişikliğinin kenarından köşesinden dahi geçemiyoruz! Yıldızın parlasın diye dizi ve reklam (deodoran, cips) sektörüne hızlı bir giriş yapan Beren Hanım’a ödenen paralara dudaklarımızın uçuklaması yetmeyebilir! Acun Bey’in 2.6 milyonluk vergi beyanını, bu gidişle Beren Hanım tarihe gömecek güle oynaya! Onun oyunculuğu da tatmin edici olmaktan uzak. Ortalıkta oyuncu kıtlığı var. Bu kesin. Bu kıtlığın minik örneği olarak şu reklamlara dikkat edin: Garanti Destek ile Binnur Kaya’lı Haber Türk reklamlarındaki “haber spikeri” aynı kişi! Pes! Dediğim gibi, reklam piyasasında “casting” sıkıntısı had safhada. Vakit geçirmeden bir reklam ajansına 20 TL ödeyin ve boy-portre fotoğrafınızla kataloglara girmeye bakın. Neyse.

Bihter’in çapraşık ruh dönüşümlerini, içindeki ruhî çalkantıları anlamlandırabilmek, anlamak ne mümkün! Bir kere dizinin “müziği” buna en büyük engel! Oyuncuların rol kesmelerini yeterli bulmayanlar, ruh hallerine tercüman olduklarını zannettiği iç bayıcı müziği görüntülerin üzerine boca ediveriyorlar! Vaziyet tam bir facia!

Karakterler sığ, dönem atmosferi sıfır, oyunculuk, yönetim kötü. Neymiş, “Halit Ziya Uşaklıgil’in ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu”ymuş! Sizi bilemem ama benim karnım tok bu dibi tutmuş yemeklere!

“Aşk-ı Memnu”cular fena kandırıldınız! Nihal, mürebbiyesinin gidişiyle iyice yalnız kalmıştır. Sevilmeye muhtaçtır Nihal ve… Behlül’ü bir arkadaş/kardeş gibi seven Nihal, Behlül’ün Bihter’den sıkılıp uzaklaşması ve Nihal’e biraz yaklaşmasıyla… Bırakıverir kendini… Yalnızlığına merhem olarak görür Behlül’ü… Ta başından Behlül’e âşık değildir yani Nihal!

“Aşk-ı Memnu”cular fena kandırıldınız! Romanı adapte etmediler! Romanı ters yüz ettiler! Tüm bunları yapacaksanız, kuru kuruya bir “yasak aşk”a endeksleyecekseniz diziyi, ne demeye kandırdınız insanları Halit Ziya Uşaklıgil diye, Aşk-ı Memnu diye? Zenginler arasında, köşklerde oturup son model ciplerle, otomobillerle gezen, aşçı, uşak, mürebbiye istihdam eden sözde “burjuva” mensubu bir aile içi “yasak aşk” hikâyesi neyinize yetmedi? Niçin Halit Ziya Uşaklıgil’i ve “ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu”yu sömürdünüz, niçin?

Bu dizinin senaryo yazarlarına İsmail Cem adına bir de ödül verildi ya… Yazıklar olsun! Hâla “yasak aşk” dizisinin sonunu merak ediyor musunuz? Buyrun, o da burada: https://adnanalgin.wordpress.com/2010/05/20/ask-i-memnunun-son-bolumu/


Tabela mabela: Beni Türk tabelacılarına emanet etmeyiniz!

Sevgili İstanbullular!

“İSTANBUL’LULAR”dan sonraki “espas”a bir bakar mısınız? Bir de, “KAYBOLUR.!”dan sonraki, “nokta” ve ardından gelen “ünlem”e bakın lütfen. İkramiyesi “GEREGİ”!

Birkaç yıl içinde birleşik (“bileşik”) yazdığını, ayrı yazmasıyla meşhur TDK’den alıntı yapalım. Türkçe ve Türkçe yazımına derinliğine kafa yormayan zevat için TDK hâlâ “son söz” sahibidir, beğensek de beğenmesek de…

Özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı, Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Türklerin, Türklüğün, Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hollandalıdan, Hristiyanlıktan, Atatürkçülüğün.” buyurmaktadır TDK ve bu kez doğru demektedir.

Mezarlık gezmenin insan hayatındaki öneminden, bu dünyanın gelip geçiciliğini anlamanın en kestirme yolu olduğundan bahseder üstat Çetin Altan. İstanbul’daki mezarlıkların kaçını gezdiniz bilemiyorum ama üç-beş mezarlık gezince göreceksiniz ki, tabelalardaki, özensiz bir şekilde yapılmış mezar taşlarındaki yazım yanlışlarını görünce, daha da hüzünleneceksiniz.

İslam dininin temel mukaddes sözlerinin bile mezar taşına doğru dürüst yazılamadığını gördüğünüzde, içinizdeki isyan çığlığı gırtlağınızı jilet gibi kesecektir. Temel eğitim veren öğretmenlerin belirli zaman aralıklarında sınava tâbi tutulmasından tutun da, okullarda Osmanlıcanın “seçmeli ders” olarak okutulmasına varana dek pek çok hayalim var. Osmanlıca seçmeli ders olsun ki, Refik Halit Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal ve Ahmet Hâşim gibi pek çok edebiyatçımızın yazdıkları eserleri anlayamadığını ileri süren gençler olmasın cânım memleketimizde.