Monthly Archives: Eylül 2011

Don’t trash!


Reklam meklam: “Ben her bahar âşık olurum” *

Önce bir temenni: Aynı cümlede “hâlâ”, “aşık”, “âdem”, “kar”, “adet”, “şura”, “alem” kelimelerini; “babanın kız kardeşi”, “seven, tutkun”, “yokluk”, “alışverişin sağladığı kazanç”, “gelenek”, “danışma kurulu”, “dünya” anlamlarında kullanasınız inşallah!

***

Halacığım,

Nasılsınız? İş güç ne durumda? Hâlâ kâr edemediniz mi halacığım şu VOB âleminde? Kaç adet işlem yapmıştınız peki? Akçeli işleri bir kenara koyayım en iyisi. Üç kuruşluk aklımı yememek için didinip duruyorum Ankara’nın siyasete endeksli havasında. Âşık oldum galiba.

Tahmin ettiğiniz kız, evet o! Açılamadım bir türlü. Utangaçlığın alemi kalbimde hakikaten. Bir çeşit Achil’im aşık kemiği yaralı… Kar tanelerinin şûrasında âdetten midir kanla dolması âdemin? Badem sanki adem, nefes aldığımda… Her an tam şuramda! Sanki beni görebiliyorsunuz da… Bende bir hoşum vallahi! Sarhoşum halacığım. Aslına bakarsanız nâhoşum halacığım! Hâlâ aşkımı itiraf edemedim bu kahpe hayata! Kafanızı şişirdim. Bağışlayın beni.

Allahaısmarladık halacığım.

* Söz: Aysel Gürel / Müzik: Selmi Andak


Māzi ve reklam: Scherk


Senkretik-sentetik, abidik gubidik!

“‘Şaşa’kalma, kalplere vur bir zımba!” başlıklı yazımda (8 Eylül 2011) “KJ”lerdeki cehalete, özensizliğe, “salla gitsin”ciliğe değinmeye çalışmıştım.

25 Eylül 2011’de SkyTürk’teki “Şimdiki Zaman” programına katılan Dr. Ramazan Kağan Kurt(oğlu), “Evanjelizm senkretik bir dindir.” der demez, “KJ”, ekranın altına döşedi cümleyi: “Evanjelizm sentetik bir dindir.” Aferin!

Dünyanın ve Türkiye’nin siyasî-iktisadî geleceği üzerine akla ziyan senaryoların havada uçuştuğu böylesi “ürkütücü” bir programda, Fransızca “syncretiqué” kelimesinin, “zıt ilkelerin bir araya gelmesiyle oluşan, karma (özellikle din)” anlamı taşıdığını bilmeyen “KJ”nin mevcudiyeti de “ürkütücü”dür elbette. “Evanjelizm”in gelecek senaryoları kadar olmasa da…

Senaryosunu Brian Helgeland’ın yazıp yönetmenliğini Richard Donner’ın yaptığı 1997 tarihli “Conspiracy Theory”deki (“Komplo Teorisi”) “mütevazı” bir ipucuna bakmaya çalışalım. 17 Ağustos 1999’daki Gölcük depremini “günahkâr” kulların Allah’ın gazabına uğramasıyla izah etme densizliğini gösterenler oldu zamanında. Ne var ki, hadise çok daha derin.

“High Frequency Active Auroral Research Program”; yani HAARP. Kısacası, “yapay deprem”. Brian Helgeland’ın cemaziyülevvelini Yalçın Küçük’e bırakmak isterdim ama o bir “Ergenekon” gazisi. Neyse. Filmin bir sahnesinde, televizyonda haberler verilmektedir: “Amerikan Başkanı Bill Clinton Türkiye’ye yapacağı ziyareti, Türkiye’deki deprem yüzünden iptal etti.” 17 Ağustos 1999’daki deprem, Richter ölçeğiyle “7.4” idi. “Komplo Teorisi”nde ise Bill Clinton’ın “7.3”lük deprem yüzünden Türkiye ziyaretini iptal ettiği söyleniyordu!

http://www.youtube.com/watch?v=o6KctnOYCVo



Reklam meklam: “Font” kaygısız reklam ajansı ORA’da mı?

“Türkiye” ile “Park”ın apostroflarına dikkatle baktığımızda, farklı “font”ların apostroflarını görüyoruz. “Eee, ne yani?” mi diyorsunuz?

Metindeki detaylara/ayrıntılara/nüanslara dikkat kesilseydik “Swordfish”teki “11 Eylül” hadisesinin ipucunu/mantığını yakalayabilirdik.

Hakikat ORA’da mı?


Günün el ilanı: Doyaş

“Doyaş’ta

Hafta içi

Sürpriz ikramlar”

Koca koca, anlı şanlı “network”ler Türkçenin canına okurken, gariban Doyaş’ımız bu tatsız “sürpriz”le karşımıza çıkmış, çok mu? En azından “hafta içi”ni ayrı yazmışlar. “Heryer”, “herşey”, “hertaraf”, “haftasonu”, “birgün”, “biryer” yazanları düşününce…

Zaman kazandırmaya eyvallah da… “Lezzet kazandırmak” ne demek? “Reklam Türkçesi”nin gözünü seveyim! Yakında çişimi/tuvaletimi gerçekleştirmeye gidiyorum, diyenleri de duyacaksınız.

Şu -da’lar yok mu, şu -da’lar! Canımız ciğerimiz Doyaş’ın güveçte “kuru”su fena sayılmaz hani! Beş dakikada tepsinizde, “30 dakikada elinizde”!


Sonny Rollins, 2 Kasım 2011, 20.00, İş Sanat

Tarsem Singh’in 2006 tarihli “The Fall”undan fırlamış sanki üstat Sonny Rollins. Fazla söze ne hacet; gelin canlar bir olalım.


Her şey “Bildiğiniz Gibi”

Tanınmış “iletişimci”, Bersay’ın babası Ali Saydam’ın, reklam sektörünün popüler dergisi Marketing Türkiye’deki makalelerinde, Türkçe kullanımındaki özensizliğe, laçkalığa dikkat çeken ifadelerini hatırlıyorum da… Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma, diyesim geliyor.

Allah’ın uğramadığı sokak aralarındaki büfelerden ecnebi isimli uluslararası markaların cicili bicili mağazalarına, İskender Pala’nın “Şah & Sultan” romanından (Okuyunuz: Kırmızı, Kasım-Aralık, 2010) ünlü “iletişimci Ali Saydam’ın televizyon programına varana dek… Şu “&” hastalığı, hayranlığı, deliliği nedir kuzum?

“VE” yazmak/demek (uzun bir süredir “VE” yerine “ARTI” deniyor) yerine “&” yazıp durmanın psikolojisini kim izah edecek? Cem Mumcu’nun randevu defteri şişkin imiş. Kime danışalım peki? Hem, kendileri “sevişmek” yerine “.ikişmek” demeyi tercih eden “danışanının” niçin o “hard” sözcüğü seçtiğini de izah etmekte zorlanıyor. HABERTÜRK’teki “Altüst Muhabbetler”de böyle diyordu. Her neyse.

Kırık Potkal’ımızdan sızan kırık dökük cümlelerimizden kimin haberi olacak da “Nilgün Belgün & Ali Saydam”daki “&” işaretini “ve” yazdıracak? Nerede bu babayiğit? Nerede bu “state”?


Bülent Ersoy söylüyor: “Hayatımı yaşıyorum, yaşıyorum oh, oh!”

Arapça “hayat” kelimesini, ha babam “yaşam” sözcüğüyle karşılamaya kalkıştılar. Soruyorlar: Kimler? Kimler olacak, Öz Türkçeciler! “Hayat kadını” yerine, “yaşam kadını” desenize! Peki, “hayat arkadaşı” yerine, “yaşam arkadaşı” nasıl duruyor? “Hayatını yaşamak” yerine, “yaşamını yaşamak” ne âhenkli değil mi? Kaç kez dedik ama dinleyen kim? Nasıl ki, “anı” ile “hatıra” (hatta, “hâtıra”) aynı anlam yükünü omuzlayamıyorsa, “hayat” ile “yaşam” da aynı anlam yükünü taşımaz, ta-şı-ya-maz.

Hayata küstüremeyeceksiniz beni. Hayatımı kazanmak için espasları paspaslayacağım, hayata gözlerimi yumana dek kırık dökük yazacağım, tamam mı?

“Muhafazakâr” kanal TGRT, bir vakitler “yaşam” sözcüğünü edep dışı buluyordu. Siz, siz olun ve “yaş-am” diye hecelemeye kalkışmayın “yaşam” sözcüğünü. Yeri gelirse “yaşam”ı da kullanın. Ancak “hayat”a hayat hakkı tanıyın.  Sözcükleri yasaklamayalım. Her kelime renktir, nüanstır cümlelerimize. Ta buraya kadar okudunuz mu yoksa? Yoo, vallahi olmaz! Biraz daha kalın. Hayatta bırakmam sizi!


Soru ekleriyle başınız “derttemi”, dertte mi?

Kilolarınızı boşverin, soru eklerini dosdoğru (-mi soru eki, kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır) yazın da diliniz dinç kalsın. Değil mi ama?