Monthly Archives: Ekim 2011

Benim “kitsch”im, senin “absurd”ünü döver!

“Kitsch” kavramının tarihsel perspektifine, günümüzdeki yansımasına, popüler kültüre olan etkisine dair bir şeyler okumak isterseniz Hasan Bülent Kahraman’ın kitapları sizi bekliyor. Vaktim kısıtlı, “fast food” bir hayatın içinde âlemlerden âlemlere akmaktayım, “sosyal medya”ya takılmaktayım, bir “event”ten diğerine seyirtirken tuvalete bile ucu ucuna yetişmekteyim ve uzun yazı okuyamam diyenlerdenseniz… Kristal vazoya bir adet kırmızı plastik gül koyup iPhone tesmiye edilen yalnızlık savarınıza sanal tespih “download” ettikten sonra, iki bin “tele” bayıldığınız iPhone’unuzun duvar kâğıdını şehirlerarası otobüslerin ayrılmaz dekoru “ağlayan çocuk” görseliyle kişiselleştiriverin bari! 

“Absurd” kavramı için ise kaynak çoook! Ancak yine okumaya, hele hele uzun yazı okumaya vakit yok değil mi? Hatta iki satır olsun, e-postalara bile cevap veremiyorsunuzdur. Ah şu vakitsizlik! Ah şu, ballı şu! Camus burayadır daa! BJK-FB “derby”sini 10 TL’ye bir kafede seyredin, 50 TL cebinizde kalsın. Bir Hasan Bülent, bir de Camus… Kalanıyla iki “ıslak”, bir de ayran içebilirsiniz. Bu kıyağımı da mutlaka cezalandırın olmaz mı?


Tadımlık: CAM KÂSE, ÇATAL ve ZEYTİN SAYIKLAMASI

Siz hiç “şafak defteri”ne, “sivil”e dönünce neler yiyeceğinizi not aldınız mı? Hemcinslerimin bazılarının aldığına eminim. Hamburger, baklava, döner kebap, piliç çevirme… Devamında da, anneme yaptırtacaklarım: kıymalı börek, yayla çorbası, kakaolu kek, zeytinyağlı dolma ve… Cam kâsede limonlu, zeytinyağlı tepeleme zeytinle dolu zengin bir kahvaltı…

“Aile Kantini”ndeki birkaç aylık görevimde sabah saatlerinde askerî lojmana gazete ve ekmek servisi yaptığım günlerde, kapı tokmağına asılı duran naylon torbalara ekmek,  gazete bırakıyordum. Koluma taktığım sepetteki son gazete ve ekmeği de kapı tokmağına asılmış torbaya koyarken, kapıyı delip geçen bir “çın”lamanın kulağımdan kalbime doğru süzülüşüyle donakaldım. Aslında, bir süngü misaliydi kalbime dokunan, kalbime saplanan o tını… Metal bir çatalın cam kâseye çarptığı andaki sesti bu! Yudumlamaya çalıştığım ama yumruk gibi boğazıma oturan ılık bir hasret duygusuydu, kulağımı delip geçerek kalbime olanca ağırlığıyla, şiddetiyle çöken…

Annenle, babanla yaptığın şen şakrak bir kahvaltı… Ve o kahvaltıda, limonu, zeytinyağı gani cam kâsedeki zeytinlere daldırdığın çatalın cama çarptığı anda çıkardığı inanılmaz tını… Bu tınının burun direğimi çatır çutur kırabileceğini, kalbimi bir çiğköftecinin avcunda tek “sıkımlık” köfte misali büzebileceğini yaşamam için askere gitmem gerekiyormuş demek ki… Ufacık, önemsiz zannedilen bir “tını” insanı epey mahzunlaştırabiliyormuş demek ki…

FAX, TAXI & SEX Espassız Sayıklamalar


Tadımlık: YANLIŞ KULLANIM SAYIKLAMASI

“Sayısal Loto’da altı bildi.” Bu masum (?) ifadede, “gerçekliğin insan düşüncesinde yansıyarak yeniden üretimi” olan “bilme”nin magazinleştirilmesi, sulandırılması, çarpıtılması, özünden kopartılıp talih oyunlarına eklemlenen felsefî bir terimin zihin mezarlığımıza defni söz konusudur.

Bilme olarak adlandırılan sürecin içeriğinde nesneleri ve doğayı tanıma, anlama yatmayken, talih oyununun milyarda birlik ihtimalini kuponuna işaretleyen birisinin o eylemini “bilme” olarak adlandırmak, kavramların içini boşaltma operasyonunun tipik bir örneğidir. Planlı bir saptırmanın varlığı üzerine derin derin düşünmeyi düşün(ce) adamlarına bırakıyorum. Bilme, özü bakımından herhangi bir şeyi başka bir şeyden ayırt etme becerisinin öğrenilmesi değil midir? Sayısal Loto’da “altı bilen” şahıs, her hafta altı bilmek istemiyorsa, kanaatkârlığını takdirle karşılamamız gerekir! Kelimelerin özleriyle olan bağlantılarını insafsızca koparmaya televizyonlarının “katkısı” bununla sınırlı değil tabii! Devlet televizyonumuzun futbol programındaki bir duyurusuna kulak verelim: “Şimdi de maçın geniş özetine geçiyoruz sayın seyirciler.”

Fax, Taxi & Sex
Espassız Sayıklamalar


Reklam meklam: Nutella “Sabah Neşesi” mi?

“Ali Reis” derler, Al Reis’a reklam sektörünün okumuş çocukları. Nokta, Al Ries ise Jack Trout da Virgül’dür. Bu beyefendilere tapan pek çok reklamcı vardır reklam sektöründe. “Positioning” (“Konumlandırma”) kavramının mucitleri olan bu beyler, aynı adlı kitaplarıyla ilgi odağı konumlarını hâlâ sürdürmekteler. Günümüzün irili ufaklı pek çok reklamcısı veya iletişim pazarlamasıyla iştigal eden aktörleri bizim Al Ries ile Jack Trout’un “konumlandırma” kavramına yaslamaktadır markaların/ürünlerin geleceğini.

Anlı şanlı “marketing” dergilerinde fikirlerini serdeden büyük büyük reklamcılar varken, fakir kulunuz boyunu aşan sulardan kıyıya çıksın ve hafta sonunda gözüne gözüne çarpıp duran  “konumlandırma” hatası o reklama kadar bir koşu gidiversin müsaadenizle.

Anonim kimlik perdesinin verdiği emniyet hissiyle, çatmadıkları kişi/kavram bırakmayıp kılıççılık oynayan, sivilceleri androjen dolu “teen-age” güruha bakalım öncelikle. “Ekşi”de 51, “Uludağ”da 44 ve küfürbaz bebelerin sebep olduğu beklenen sonla, hisselerinin bir kısmını bir “bilişim” şirketine devreden “İnci”de ise 218 “entry” girilmiş NUTELLA için. “Facebook” üzerinde ise “Nutella Sevenler”de 8.488 “beğenen” var. Daha ne olsun? Bu arada, “İnci”deki “xmını xikeyim, akşam akşam ekşi de entel bişeyler yazacaktım, gene gördüm, piçlerin nutella ile kişilik betimlemelerini, kaydımı sildim. aranızda nutella seven varsa xnasını xikeyim, sarelle yeyin xrospu çocukları.” kelime grubunu da “entry”/”yorum” olarak kabul ediyoruz!

Belirtmem gerek. Nutella ile benim de sıkı bir “çatal-kaşık” bağım vardır. Hele hele İtalya’dan, Almanya’dan eşinize dostunuza Nutella siparişi verebilen mutlu azınlıktansanız, lezzet farkını bizzat test etme imkânı (hayır, “şapka” kalkmadı) bulmuşsunuz demektir.

Gelelim reklama: “SABAH NEŞESİ” başlığına (“SABAH ENERJİSİ” versiyonu da var) “Kahvaltının Yıldızı” eşlik diyor. Lafı uzatmayayım: Olmamış. Pazarlama stratejisini kısıtlı bir zaman dilimiyle, üstelik Nutella gibi “efsane” konumuna yükselmiş bir ürünü, sınırlamak büyük bir yanlış. Ürün konumlamasının bu güdüklüğü hakikaten hazin bir durum. Nutella, günün her saatinde yenen bir üründür. Kimi kaşık kaşık yer, kimi çatalla, kimi muza katık eder, kimi kavanoza çilek atıp yer, kimi beyaz peynirle, kimi de ekmeğe sürüp ayranla midesine indirir! Böylesine güçlü bir ürünü, günün her saatinde yenebilen bu yiyeceği “SABAH” saatlerine sıkıştırmak akıl almaz bir ufuksuzluktur kanaatimce.

“Kahvaltının Yıldızı” değildir Nutella! Günün her saatinde afiyetle mideye indirilen, 7’den 77’ye tutkunu bulunan bir üründür Nutella. “Konumlandırma” komutanlarından Jack Trout’un, Türkçeye “Farklılaş ya da Öl” (“Differantiate or Die”) adıyla çevrilen kitabını hatmetmeniz menfaatiniz icabı olabilir. Kitabı okurken, yanınıza bir kavanoz Nutella almayı da ihmal etmeyin. Hem de günün her saatinde!

Türkçeye kuyumcu hassasiyetiyle yaklaşanlar için not: “Or” kelimesi -en azından her yerde- “ya da” demek değildir. Doğru tercüme, “Farklılaş veya Öl” olmalıydı ama nerede o hassasiyet?


Reklam meklam: “AVESAL”la veya sallama!

Kelimelerin sonuna eklenen “-sel/-sal” eki, o kelimeye “aitlik” anlamı katar. “Öz Türkçe” önderleri bu “-sel”li, “-sal”lı yazımı pek sever. Uydur uydur söyle! Nasılsa meydan boş! Her neyse. İzah etmeye çalışayım: İnsana ait >>> İnsanî. Hukuka ait >>> Hukukî. Tarihe ait >>> Tarihî. Kişiye/bireye ait >>> Ferdî.

Cep telefonu şirketleri (GSM şirketleri, “operatör” denilmesinden yanalar da reklam ajanslarında çalışan “operatör”ler buna fena bozuluyorlar bilesiniz. “Residence” inşasında koca koca iş makinelerini kullananlara da “operatör” diyorlar! Gelsin Aytunç Altındal, gitsin entropi! Gelsin 150 kelimelik “yurttaş ban’ne”ler, gitsin CFR’ler! “Grafiker” desek?) arasında kıyasıya bir rekabetin yaşandığını herkes biliyor. Turkcell, Şahan Gökbakar’ın canlandırdığı ÖZTÜRKCELL şirket sahibi üzerinden Vodafone’a yüklenirken; Vodafone da Şafak Sezer’in canlandırdığı Selim (“Cell”im) karakteriyle Turkcell’e sataşıyor. Bir vakitlerin Aycell’i (“Aysell” yazıldığını da gördü bu miyop gözler!) ile eski T. İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince’nin epey başını ağrıtan Aria’nın çiftleşmesinden doğan Avea da her iki rakibinden müşteri tırtıklamaya çalışıyor, Kemal Sunal’ı ve günümüzün “dokunmatik” gençliğinin ismini duymadıklarına emin olduğum Fernandel’in (Fernand Joseph Desire Contandin) gençliğindeki çehresini anıştıran Erdem Yener’in mimiklerini öne çıkartan oyunculuğuyla…

İstanbul’un (mini) metrosunu kullananlar görmüşlerdir muhtemelen Avea’nın yeni “AVEASAL” reklam çalışmasını. “YASAL”ı, “AVEASAL” yapmışlar. Esprili olduklarına inandıkları, bir de “yasal” (“kanunî/legal”) metin döşemişler altına. Tertemiz dişlerine yapışıp kalmış siyah zeytin artığına aldırmayıp sevdiklerini öpmeye yeltenenlere değil sözüm! Sözüm, “aşklar da bakım ister”i benimseyenlere! Şöyle ki; “kanuni” ile “kanunî” aynı değildir! “Yasal” >>> “AVEASAL” >>> “kanuni”…

“AVESAL”daki o “SAL”, koymaya çekindiğiniz veya sallamadığınız “î”dir! O “î”, tastamam “AVEA”ya eklediğiniz “SAL”ın karşılığıdır.

“Lütfen, bilinçlenelim.”


Unutulan kelimeler: Hafakan

“Hafakan” Arapçadır. Yarı-tanrılık sanrısına dûçar olan tıp mensupları arasında “palpitasyon” diye geçer. O ne demektir peki? “Kalbin hızlı hızlı atması, titreme”dir. “Afakan” da denir. Rahmetli babaannem “hafakanlar bastı” derdi, sorularımla onu bunalttığım anlarda. Doğru kullanımı “hafakan”dır.


Bir reklam: Siemens


Baleyi bal eyleyen balerin: Ninette de Valois

“Ve bale bütün bütün raks ile icra olunur bir nev’i pantomima gibi ise de rakkasların nezaket-i vücud ve letafet-i şühud ile hareketleri iktiza eder ki, görenlere zevk ve lezzet versin. Gerçi bu oyun Avrupa’da avam-ı nas indinde pek mergub-ü mu’teber değil ise de havas nezdinde ziyade makbulterdir.”

Ceride-i Havadis, 1841


Göz kamaştıran erotizm: “Parkta Serenad”

Sembolizmin sembol isimleri Baudelaire, Verlaine “Fahriye Abla”nın, “Parkta Serenad”ın  şairinin; Münire Hanım’ın sevgili eşi Ahmet Muhip Dıranas’ın şiir anlayışının biçimlenmesinde sağlam bir tramplen olmuştur.

Ses-biçim inşasına ömrünü veren, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir sevdasını aşıladığı Dıranas, Ahmet Hakan’ın “Şiir öldü(mü?)” başlıklı düpedüz densizlik, cehalet ürünü yazısında adı, Allah’tan, yer almayan sıkı şairlerimizdendir. “Sıkı şair” denilince, akla sadece Ece Ayhan gelmemeli antrparantez. Zarif bir erotizmin coşkuyla estetize edildiği şiirleriyle yeteri kadar ismi zikredilmeyen, sadece “Fahriye Abla”ya indirgenen Ahmet Muhip Dıranas, sanatın “hayvanî” hisleri nasıl olup da incelttiğine harika bir numune olan “Parkta Serenad”ıyla, pornografik atraksiyonlara, aksiyonlara okkalı mı okkalı bir tokat atmıştır. Bu tokatı her gün yemekten haz duyanlara selam olsun!

Nihal Yalçın, Hasibe Eren, Haluk Bilginer ve Ozan Güven’in dublajını yaptığı Garanti Bankası’nın “hayvanlı” ve pek çok “Bremen Mızıkacıları” ilhamlı reklamının perde arkasına bak(a)mayanlar, zihinsel perdeleri aralamaya zahmet edemeyenler “Hilal Ergenekon, Burcu Esmersoy frikik”leri, “Mete’nin öpüşme sahnesi”gibi görüntüleri t/arayarak, “Kuzey Güney”de Kıvanç Bey’in “baklava”larını nasıl görünür hale getirdiği meselesiyle günlerini heba edebilirler. “Heba” ile “veba” kardeş mi ne? Peki, dizi imparatorluğunun “teba”sı? Haydi, hep bir ağızdan: De baaa!

Ruhumuz tatsın artık: “İstek ve aşk onları kavramış saçlarından / Sürüklüyordu. / Gök mordu; / Ayışığı ihtiyar çınar ağaçlarından / Yüzlerine düşüyordu.”


Création brute

“Bektâchî ramassait des pommes dans son jardin. Un dévot qui passait par là lui en demanda une. Bektâchî était tout heureux de lui en offrir une:

– Quel genre de pomme veux-tu? Veux-tu la création de Dieu ou le produit del’homme?

– Celui de Dieu bien-sûr!

Bektâchî lui donna alors une pomme sauvage. Le dévot cro qua dans la pomme et aussitôt il la recracha.

– Ce n’est pas une pomme, c’est une jarre pleine d’acide!

Bektâchî chercha une autre pomme, greffée, et lui dit:

– Quand Dieu crée ses créatures, elles sont à l’état brut et leur affinage c’est l’affaire de l’homme.”

Contes des Bektâchî, L’Harmattan