Tag Archives: Haber

Transformers: Dark of the Maslak!

Bu “borsafinans”tan haber metni: “MTKA İnşaat Yıkım ve Enkaz Kaldırma Hizmetleri Şirketi, Türkiye’nin şu ana kadarki en yüksek bina yıkım işini aldı.

Maslak’ta yıkımı gerçekleştirilecek, biri 24 katlı toplam 3 binayı Orjin Group ortakları Zafer Kurşun ve Zafer Yıldırım’ın ortak olduğu Orta Gayrimenkul, Akbank’tan 95 milyon dolara satın almıştı.

Maslak’ta bulunan 3 bina daha önce Akbank operasyon merkezi olarak kullanılıyordu. Binalar, Haziran 2010’da bu merkezdeki tüm birimlerin, Gebze Şekerpınar’da hizmete giren Akbank Bankacılık Merkezi’ne taşınmasıyla boşaldı.

MTKA İnşaat Yıkım ve Enkaz Kaldırma Hizmetleri Şirketi Genel Koordinatörü Mehmet Ali Bulut, ’24 katlı binada mimari hatadan dolayı binada sonradan güçlendirme yapılmış. Otoparka araç girişinde sorun oluyor ve bina büyük rüzgarlarda sallanıyor. Binanın yıkımı İTÜ danışmanlığında yapılacak’ dedi.

Yıkılacak toplam alanın 48 bin metrekare olduğunu, ilk etapta bunun 33 bin metrekaresinin yıkılacağını anlatan Bulut, ‘Bu, Türkiye’nin en yüksek bina yıkım projesi. Yıkılacak binalardan biri yerin altındaki kısmı ile birlikte 24 kattan oluşuyor. Diğer iki bina da 13’er katlı’ diye konuştu.”

Bu da cep telefonumun küçümen kamerasıyla çektiğim fotoğraf. “Transformers: Dark of the Moon”a yakışacak bir kareydi.


Saçlarım, berberler ve Amrabat!

Dün akşama doğru çıktım evden. Yanlardan iyice kabarmaya başlayan saçlarıma çekidüzen verdirme zamanı gelmişti de geçiyordu. Irsî saç dökülmesinin kurbanlarından olduğumu kabullendiğimden beri, belirli bir berberim olmadı. Kafama neresi estiyse… Gün oldu 5 TL’ye fabrikasyon saç kesimi yapılan bir mahalle berberinin kir pas içindeki koltuğuna oturdum, gün oldu dev AVM’lerin içindeki “lüks” kuaförlerin “erkek” kısmındaki koltuğuna kuruldum 25-35 TL’yi gözden çıkararak. Netice değişmezdi: Nereden kesersen kes, nasıl tararsan tara, ne sürersen sür… Ensede, kafanın sağında, solunda İstanbul’un bütün kellerine saç naklini mümkün kılacak kadar saç teli var ama tepe gayet istikrarlı bir göç yolunda…

Berberde sıranın bana gelmesini beklerken, portatif müzik çalarımdan Rossini’nin “Sevil Berberi”ni dinlemeyi çok severim. Rahmetli anneannemi Beşiktaş-Üsküdar güzergâhından ziyarete giderken, Üsküdar İskelesi’nden Çiçekçi’ye doğru yola koyulduğumda, Paşakapısı Cezaevi’ni geçip de mezarlıklara dümen kırınca “Sevil Berber”i görürdüm. Şimdi yok. Onu hatırladım.

Sıranın bana gelmesini beklerken klişeleşmiş berber gündem maddelerini duymuyordum belki ama maddeler şöyle olmalıydı: İktidar-muhalefet çekişmesi, “üç büyükler”, şike, hayat pahalılığı, n’olcak bu memleketin hali… Berberin sehpasında Sabah ile Zaman vardı. Sabah’la başladım, sonra Zaman’a geçtim. Zaman’ı tam bitiriyordum ki, 3.15 megapiksellik fotoğraf makinesine sahip cep telefonumu devreye sokmadan yapamadım.

Galatasaray-Kayserispor maçından bir enstantanenin altında yazan cümle ile eski futbol hakemi Ali Aydın’ın bir değerlendirmesi aynı sayfada ve alt alta… Çok enteresan bir “sen hangi maçı seyrettin hacı” vak’ası idi. Başka bir tuhaflık ise 2012 Afrika Uluslar Kupası’ndan elenen Fas’ın hocası Eric Gerets’in Faslı oyuncu Nureddin Amrabat’ı seyretmek için onca yolu katedip Ali Sami Yen TT Arena’ya geldiğinin haberleştirilmesiydi!


Esra Dalfidan: “Ben seni sevduğumi da dünyalara bildirdum”

22 Ekim 2011, saat 19.00’da Esra Dalfidan’ın muhteşem sesini doya doya içmek için Akbank Sanat’ta hazır bulunmakta fayda var. Akbank 21. Uluslararası Caz Festivali’nin sürpriz ismi zannederim Esra Dalfidan olacak.

Tertemiz bir artikülasyon, nefes kesici bir içten okuyuş… Uzun zamandır böylesine temiz, iç yakan bir “jazz vocal” dinlememiştim. Esra Dalfidan’ın 22 Ekim’deki konserini dünyalara bildiririm!

“Kaçmaz”larım: Azam Ali & Niyaz, Charles Llyod New Quartet, Avishai Cohen “Seven Seas”, Arild Andersen Trio, Maffy Falay Sextet, Timuçin Şahin Quartet, Arto Tuncboyacıyan’s 1to3, Dusko Goykovich Quartet.

http://www.youtube.com/watch?v=1wkMeanaPfM


Magazin: Roma, Romanya… Bir, ki!

Olağan Mucizeler Romanya’da

Geçen sezon ‘Olağan Mucizeler’ adlı oyunda oynayan… / Geçen sezon ‘Olağan Mucizeler’ oyununda oynayan…

* Milliyet Cadde, 30.09.2011


Dut ağacında portakallı ördek veya bıkkınlık veren bir proje: “İskender”!

Proje tuttu! İşlem tamamdır! “Reklamın iyisi kötüsü yoktur”a iman edenlerin duaları kabul oldu! Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i hakkında yazı yazmayan kalmadı maşallah! Bu isteniyordu ve oldu! “200.000+20.000” yetmez! 200.000 daha basılsın! Mrs. Shafak’tır; roman da yazar, Seda Sayan’ın programına da çıkar!

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. İskender’in kapak çalışmasını bir grafik sanatçısına sipariş etselerdi, Mrs. Shafak’ın son ürünü bu kadar konuşulur muydu? Elbette hayır! Mrs. Shafak (ve ekibi) bu reklam kampanyasıyla/kumpanyasıyla ticarî bir başarı elde etmiştir. Bu açıdan Mrs. Shafak (ve ekibi) doğru yoldadır. Hayırlı satışlar olsun!

Bir bardak suda kasırga imal edenler, avuçlarını pek güzel ovuşturuyorlar. Biz de Ferrari görünümlü Şahin’lere binbir emekle, güçlükle elde ettiğiniz paracıklarınızı heba etmeyin, diye yazıyoruz.

Mrs. Elif Shafak için imanlı bir okuru, -noktasına virgülüne dokunmadan- “Muhteşem biri hem yazar hem kişilik olarak, Bu kadar saldırı olun doğru yolda olduğunu gösterir bu ülkede.” yazmış. Gözlerine perde mi, mil mi çekildiği hususunda karar veremediğim bu okurda tecessüm eden zihniyet profili Mrs. Shafak’ı var etmiştir. Elbette PR çalışmalarının da sağlamlığıyla. Yurt dışından (İskender Londra’da yazılmış) ülkesindeki “tabu” konulara değinmesini hesaba katmıyorum. İskender’in -varsa- edebî değerine dair adam gibi eleştiriden ziyade, yok Zadie Smith’ten mi “arak”, yok kapaktaki roman kahramanı pozu, yok kadın bedenindeki erkek, yok şu, yok bu! Lafı eveleyip gevelemeden diyeceğimi diyeyim: Sıradan bir okur olan bendenizi rahatsız eden husus/lar; Mrs. Shafak’ın “gönül insanı” pozu takınıp “proje”lerini ve “proje insanı” oluşunu tasavvuf tülüne sarıp sarmalayarak gözlerden kaçırmaya çalışması, tatsız tuzsuz, renksiz, kupkuru, çeviri kokan (ki zaten çeviri!), okuyanın dimağında yoğun, kıvamı okkalı edebî tatlar bırakmayan cümlelerini, “Oryantalist” çıkışlarıyla ve sıkı bir edebiyat disiplininden geç(e)memiş (kesinlikle “okur” değil!) “müşteri”leri kakalamaya çalışmasıdır. Tasavvuf ehli bir insanın gönlünün razı gelemeyeceği pek çok “yamuk” yapmıştır, Mrs. Shafak. Görmek isteyen gözlerin önündedir olan biten. Bakmaktan korkmayın. “Fan”ları tarafından bir “ilahe” olması bir şeyi değiştirmez. Popüler kültürün bir “yazar”ıdır. Ahmet Selçuk İlkan ne kadar “şair” ise Mrs. Shafak da o kadar “yazar”dır. Bir daha: Teşbihte hata olmaz uyarınca; Ahmet Hamdi Tanpınar benim nazarımda Lionel Messi ise Mrs. Shafak da Faroe Adaları Master Lig takımlarından B71 Sandoy’un B takımının yedek kulübesindeki bir oyuncusu mertebesindedir.

Mrs. Shafak’ın gözünü, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler’inden (“White Teeth”) esinlenmeye (?) götürecek kadar çok satma hırsı bürümüş olamaz. Hoş, Zadie Smith’in de “sicil”inin pek temiz olduğu söylenemez, her neyse. Orhan Pamuk ile Halil Berktay’ın daha bir “isim” yapmasında, resmî söylemin dışına çıkıp verdikleri demeçler ne kadar etkili olmuştur acaba? “Üçüncü Dünya”nın yazarlarının Batı’da ciddiye alınması için kendi ülkesine birkaç sağlam kroşe çıkarması bir mecburiyet midir? Naipul gibi Mrs. Shafak da “isim” yapmaya böyle böyle başlamamış mıydı? Gayet “oriental” demeçleri sebebiyle 3, 0 ve 1 “mağduru” olan bir yazar profilini Batı dünyası epey sever. Şurası kesin ki oyunun kurallarını çok iyi özümsemiş bir “proje” insanıyla karşı karşıyayız. At binenin, kılıç kuşananın! Karınca kararınca diyoruz ki uyanın!

Sizleri bilemem ancak ben bu işbilir, uyanık “proje” insanlarından bıktım. Büyük holdinglerin çalışanlarını Gebze taraflarına getirip götüren servislerde silme İskender okunuyor. “Plaza kadını”nın bavul yavrusu çantasında mentollü sigaranın yanı sıra bir de İskender var artık! İşte bu! Büyük reklam ajanslarının “kreatif”leri, elemanlarına “İskender i okuyan var mı?” diye soruyor. İşte bu! Mrs. Shafak röportaj üstüne röportaj veriyor, haksızlığa uğramış masum yazar rolünü layıkıyla oynuyor. Hatta yaşıyor! Bu işte! Bu işte bir iş var! Meyve veren ağaca taş atıyormuşuz. İyi de dut ağacında portakallı ördek biter mi? Tasavvuf ateşini dürüstlük, samimiyet, ihlâs yakar. Meyve veren ağaç masalına ise karnımız tok.

Ne yani, Mrs. Shafak’ın (ve ekibinin) aklına -erkek kılığına bürünerek- roman kahramanı pozu verip kitabın kapağına konuşlanmak geliyordu da rahmetli Oğuz Atay, İhsan Oktay Anar, Hakan Günday çayda çıra mı oynuyordu? Bir “yazar”, okurunun hayal gücüne gol atmaz! Atmamalıdır! Yerli “sit-com”ların altına döşenen kahkaha efektleri ne ise Mrs. Shafak’ın sözde roman kahramanının kılığına girip kitabın kapağına oturması da aynı şeydir. Önce apaçık ve çok bayat bir reklam, sonra hayal gücüne sille tokat girişmek… Netice: Mrs. Shafak United 3 – Hayal Gücü 0! Videokliplerle büyüyen, yetişen nesil ile has edebiyat tedrisatından geçememiş pop-okurların bunu dert etmeyip Mrs. Shafak’ın erkek kılığında kapakta yer alışını “ay ne orjinal ya” diye bağrına bastığına şüphem yok. O kadar yok ki az buçuk okuyup yazan fakir kulunuzun itiraz/eleştiri hakkını kullanmasını, “sen kimsin lan”larla karşılayan pek çok pop-okurun varlığını ta iliklerimde hissediyorum. Eksik olmasınlar. Beni (de) sizler var ettiniz. Sağ olun, Warhol’un!

Videoklipler hayal gücünü iğdiş eder. İmgelemini sıfırlar insanın. Verili olanı alan okuyucu/seyirci hayal gücünü çalıştırmaz, dolayısıyla tembelleşir. Pinekleyen nöronlar volta ata ata erir. Yaratma gücü, canlandırma hassası elinden alınan okurda/seyircide tekdüzeliğin meşalesi elden ele geçip durur. Yazar, roman kahramanlarını kendi beyninde, ruhunda yoğurup okura sunar. Okur da kendi kahramanını (söz gelimi İskender’ini) yaratır kafasında. Bir yazar, okurunun hayal gücüne tahakküm etmeye yeltenmez. Tacir gibi düşünmez. Erkek kılığında roman kahramanı pozu vermek pek “orijinal”, pek “farklı” bir fikir gelmiş olmalı kitabı pazarlayan ekibe. Bunun ürüne/mala; yani İskender’e ne faydası oldu? Olan şu: Bu “sansasyonel” girişim sayesinde baskı rakamları artıp duracak, cümle âlem yazı üstüne yazı yazacak, cepler dolacak. Sonra? Kokmuş, ucuz bir reklam çalışmasının kaymağı güle oynaya yutulacak. En büyük gazetelerin büyük mü büyük “kanaat önderi” yazar kadrolarından tutun magazinel edebiyat programlarına, oradan da bencileyin adı sanı bilinmeyenlere dek şu meşhur İskender üzerinde kalem oynatmayan, klavyeye eziyet etmeyen bir Allah’ın kulu kalmayacak.

Tarihe not düşmüş olayım: Has edebiyatta “sansasyonel” buluşlara hiçbir zaman yer yoktur. Kelimelerinizin, cümlelerinizin kudreti, dert edindiğiniz meseleleri evrensel boyutlarda anlatabilme yeteneği eserinizi, dolayısıyla sizi kıymetli kılar. Bir yazarın edebiyat tarihindeki haysiyetli pozunu, zamana nakşeden deklanşör ise ortaya konulan yapmacıksız, “proje” ürünü olmayan, “sansasyon”a zinhar prim tanımayan “hakiki”, “pure” eserinizdir.

İskender kapağının, klasik müzik dehası Glenn Gould’u anlatan “Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould” belgeselinin afişine benzediği de artık herkes tarafından biliniyor. Peki, Lady Gaga’nın “Yoü and I”ına ne dersiniz? Zannedildiği kadar “orijinal” bir iş değil yani, bir kadın yazarı romanın erkek kahramanı kılığına sokup poz verdirmek! Uğurcan Ataoğlu ile bir de ben mi polemiğe girsem acaba? Oray Eğin’e yolladığı Yirmibeş [“Yirmi Beş” olmalıydı] Kuruşluk Kitap”ı bana da yollar mı? Zannetmem. Etiket fiyatı da 125 TL imiş!


“Şirin Payzın’lan” tek tek basaraktan!

Banu Avar, Can Dündar, Cüneyt Özdemir, Çiğdem Anad, Deniz Arman, Mithat Bereket, Serdar Akinan… Hepsinin ortak özelliği, H. G. Wells’in “The War of the Worlds” adlı eserini müzikal forma taşıyan Jeff Wayne’in akıllardan çıkmayan efsanevî müziğiyle -The Eve of the War, The Coming of Martians- (“intro”daki yaylıların haşmeti zaten felakettir) ve “aman kimselere söz vermeyin” kalıbıyla bir dönem (1985 ve sonrası) ekranları kasıp kavuran “32. Gün”den mezun olmalarıdır. Ara notumuzu düşelim: Nostalji meraklıları için link yazının dibindedir.

Her ne hikmetse, Şirin Payzın’ı da “32. Gün”den mezun zannediyordum. (Niye bu zanna kapıldığımı aşağıda bulacaksınız.) Meslekî geçmişine baktığımda böyle bir bilgiye rastlamadım. Çok kısa ve dahi söz edilmeyecek kadar kısa bir süre “32. Gün”de çalıştığına dair bilgi kırıntısı bulabiliriz belki. Şirin Payzın’ın biyografisine kuşbakışı: Makedonya’dan göç etmiş babasının ailesi, baba gazeteci, Nuri Çolakoğlu baba Nizam Bey’in yanında işe başlıyor, anneannesinin kuzeni büyük teyze Behice Boran, dedesi Kazan doğumlu, annesinin ailesi ise Tatar, demokrat bir aile… Kökler Rusya’ya uzanıyor, başarılı ve şanslı bir gazetecilik geçmişinin temelleri böyle böyle atılıyor.

Şirin Payzın adı gibi. “Frikik” meraklısı, “sarı saçlı spor sipikeri” meraklısı “errkeg”lerin aksiyoner hayal âlemlerinden uzak bir kadın. Fiziksel özelliklerini, kozmetik sektörünün nimetlerini kıyasıya kullanıp kariyeri için basamak yapanlardan değil. Mesleğe başladığı ilk yıllarda, hani nasıl desem, avurtları çökmüştü. Şimdilerde ise yanakları daha bir dolgun. Her neyse, bu tip “magazinel, estetik” yönler aslî konumuzun çok dışında.

Benzerlerine göre iyi bir röportajcı-gazeteci denilebilir. Ancaaaak… Konuşurken, Mehmet Ali Birand’ın alametifarikası olan “başbakanlan”, “Mithat Bereket’len” gibi eklemeli Türkçesiyle canımı fena halde sıkıyor ve var olan şirinliği bir çırpıda uçup gidiveriyor. Şirin Payzın’ın, M. A. Birand’ın “32. Gün”ünde çalıştığını düşünmeme yol açan husus, onun bu berbat telaffuzuymuş işte! M. A. Birand tedavi olmadı gitti ama Şirin Hanım’ın bu hastalığını düzeltme imkânı var. Bu hastalığına bir çare bulmalı. CNN Türk yönetimi gereken desteği sağlayacaktır hiç şüphesiz.

Türkçede “enstrümantal” ek “-n” ekidir. Şirin Hanım’dan “realiteylen”, “yanlışlıklan”, “Fener’len” diye bir “şey” duymanız mümkündür. Mehmet Ali Birand’a çekmek ne fena, onu örnek almak da… “İle” sözcüğü zaten ekleşmiş, “araç” halini almış, daha neyi nereye ekliyorsunuz Allah aşkına? Olacak iş değil! “-La/le” eki bu işi layıkıyla yapıyor üstelik. Yetmezmiş gibi “onunlan”, “bununlan” vs. Özel kanallara spikerlik eğitimi veren belli başlı şirketlerde, çok kıymetli spiker hocaları var. Utanmayın, gidin, eksiklerinizi tamamlayın. “Öğreten adam” rolünü hiç sevmememe rağmen, beni buna mecbur edip “Altın Ahududu Ödülleri”nde aday adaylığına zorluyorsunuz. Son kez: “Özelliklen” değil Şirin Payzın Hanım, “özellikle” diyeceksiniz. Bu dil haylazlığınıza bir çare bulun lütfen.

Bilebildiğim kadarıylan yazmaya çalıştım. Sevdiğiniz bir arkadaşınızlan Can-Arsen Gürzap çiftinin ders verdiği spikerlik kursunun yolunu tutun tez vakitte olmaz mı?

Not 1: Şirin Hanım, 21 Ekim’deki programında, hiç de “şirin” olmayan bir şekilde -hâlâ- “ETA’ylan” metaylan gibi garip telaffuzlarıyla mesleğini de, seyircileri(ni) de ciddiye almadığını -inatla- göstermeye devam ediyordu.

Not 2: İşbu yazı M. Ali Birand’ın vefatından önce yazılmıştır.

http://www.youtube.com/watch?v=tFfZFvvuXWc

Not 3: 14 Ekim 2014 tarihindeki NO (Neler Oluyor?) adlı programında hâlâ “Haykoy’lan” (Hayko Bağdat) diyordu!

 

 

 

 

 

 


Orhan ve Elif İntihal & Esinlenme Komandit Şirketi

Gördünüz ya, takke ne de çabuk düştü aziz “Kalplerdeki Espas” takipçileri. Mrs. Elif Shafak’ın, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler romanından “esinlendiği” haberleriyle çalkalanıyor ortalık. Karşılaştırmalı alıntıları sanal âlemde kolaylıkla bulabilirsiniz. Mrs. Shafak ise bir azize edasıyla şöyle diyor: “Türkiye’de azıcık farklı, yenilikçi işler yapan herkese uluorta saldırılmasından bıktım, bıktık. Bizde ne yazık ki insan karalamak, başkalarını küçümsemek çok kolaydır. Bu benim 117’nci kitabım, 8’inci romanım. Alınterim, hayal gücüm. Okurlarım bunu bilir. Ben okuruma güvenirim, okurum da bana güvenir. Kem sözler, iftira ve dedikodular gene sahibine döner. Benim nazarımda kainatın işleyişi böyledir. Bugünkü eleştiri seviyesi ne yazık ki zaman ve enerji ve moral kaybına yol açıyor, hepimiz için…” Amman enerjimizi heba etmeyelim aziz “Kırık Potkal” okurları. Daha okuyacağınız pek çok cümlem var. Şeytanın bacağını “dışarıdan” siyasî söylemlerle kırıp Nobel’i kapan Orhan Pamuk da aynı “metot”un yolcusuydu. Yoksa bilmiyor muydunuz?

1552’de Kanunî döneminde Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında üç sene köle olarak çalışan bir İspanyol entelektüelin İstanbul’a ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gündelik hayata, toplumsal olaylara, bilime, yönetim biçimine, adlî sisteme ilişkin gözlemlerinin aktarıldığı Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati 1557’de yazılmış. Yazarı meçhul. Çevireni biliniyor: Fuad Carım. Devrin tanınmış yazarlarından Cristobal de Villanon’un kaleme aldığı kuvvetle muhtemel. Meral Okay ile Tarihin Arka Odası’nın pîşekârı Erhan Afyoncu’nun bu kitabı okuyup okumadıklarını bilemiyorum ama Orhan Pamuk Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ni bir güzel okumuştur! Daha sonra da -sizleri bilemem- bana Beyaz Kale diye okutmuştur!

Çok enteresan bir entelektüel olan Fuad Carım’a (1892-1972) dair biraz bilgi verelim. “Mülkiye” mezunu. Dışişleri Genel Sekreterliği ve büyükelçilik yapmış. Kanuni Devrinde İstanbul, Cezayir’de Türk’ler, İşlenmemiş Konular adlı kitaplar neşretmiş. Gelelim bizimkilere. “Çalıntı” iddialarıyla ilgili olarak Orhan Pamuk’un başını birkaç haddini bilmez ağrıtmıştı. Bugün de bendeniz kulaklarını çınlatacağım Orhan Bey’in. Başlıyoruz. Koyu renkli ve italik cümleler, Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ndendir. Parantez içinde de Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinden cümleleri vereceğim.

“…Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar; sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi. Hem, sırtımdakilerle uğraşmaya bir lüzum görmediler; yattığım kamara çok daha değerli eşyalarla doluydu…”

(“… Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. Gemi ana-baba günüydü. Dışarıda herkesi toplamışlar çırılçıplak soyuyorlardı…”)

“… En üste Muhammed’in sancaklarını astılar; bunların altına, bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız’ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri bir ok yağmuruna tuttular… Derken denizlerde eşine rastlanmayan bir top ateşi koptu…” 

(“… Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları, Meryem Ana tasvirlerini, haçları tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar. Derken toplar yeri göğü inletmeye başladı…”)

“… Sinan Paşa’nın on iki yıldan beri çektiği nefes darlığı artmıştı. Göstermediği hekim kalmamıştı. Sonunda beni de çağırdılar. Paşa’ya elimle bir şurup hazırladım. Nasıl alınacağını sorunca, işi çaktım ve bir kaşık isteyerek, gözü önünde, üç kere doldurup içtikten sonra, ‘alsana senyör’ diyerek, kendisine de içirdim…” 

(“… Oysa, derdi, bildiğimiz nefes darlığıydı. İyice sorup soruşturdum, öksürüğünü dinledim, sonra mutfağına inip orada bulduklarımla naneli yeşil haplar yaptım; bir de öksürük şurubu hazırladım. Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum…”)

Ve son bir karşılaştırmalı alıntı daha: “… Amcabey diye  anılan, aslen Valencialı birini yollayarak, bir hıyanette bulanmayacağıma dair yemin ettirip zincirimi söktürdü…” 

(“… Bir hafta sonra bir gece gelen kâhya, kaçamayacağıma yemin ettirdikten sonra zincirlerimi çözdü…”)

Mrs. Elif Shafak’ın “intihal” söylentileri ayyuka çıkan İskender adlı romanından alıntıları okudunuz mu peki? Biri şöyleymiş: “Oturma odasındaki halının üstünde bağdaş kurup oturur, tavana yakın küçük pencerelere bakardı ağzı açık. Dışarıda sağa sola akıp duran çılgın bir bacak trafiği olurdu. İşe giden, alışverişten dönen ya da yürüyüş yapan yayalar. … (İskender, s. 135, Doğan Kitap)” Bu kadar tatsız tuzsuz, kupkuru cümleler kurabilmek epey maharet ister doğrusu. “Çılgın bir bacak trafiği” ile “yürüyüş yapan yayalar” sözcük öbeklerini okuyunca dilimi yutayazıyordum neredeyse. Yazık! Böylesine âhenkten uzak, yavan cümleler kuran bir “yazar”ı Sayın Tahsin Yücel’e havale ediyorum.

Ne de fiyakalı ama! Önce İngilizce yazacaksın, sonra bir çevirmenle yazdıklarını Türkçeye çevireceksin, İhsan Oktay Anar’ın suskunluğundan feyz almak bir yana, onun tam tersi bir reklam metaı olup eserinin (?) önüne geçip duracaksın, ruhsuz, Türkçenin revnaklı yapısından nasiplenmemiş acemi betimlemelere boğulmuş kitabın için o kanaldan bu kanala seyirteceksin… Sonra da demeç vereceksin “Farklı, yenilikçi, alınterim, hayal gücüm, ben okuruma güvenirim, okurum da bana güvenir, kem sözler, iftira, dedikodular gene sahibine döner, benim nazarımda kâinatın işleyişi böyledir, eleştiri seviyesi ne yazık ki zaman ve enerji ve moral kaybına yol açıyor, hepimiz için” diyerek… Vay benim köse sakalım!

Çok haklıdır Mrs. Elif Shafak, böylesine tacir bir yazar (?) için bu kadar enerji kaybına, hakikaten hiç mi hiç gerek yok. Göz boyamakta ustalaşan medyanın boyacı kadrosu, ellerine aldıkları mikrofonlarla, kalemlerle, klavyeleriyle zorla güzellik yaratmak için didinip durabilirler. Tarihe düştük notumuzu. Tarih ve edebiyat tarihi gereken cevabı ve notunu ileride verecektir zaten. Acar yazarlarımıza hayırlı işler!


Nişantaşı’nda illahlah dedirten karşılaşma!

Nişantaşı’nda tatsız karşılaşma

Gazeteci Ahmet Hakan, Nişantaşı’nda yürürken eski aşkı Pelin Batu’yu gördü. Eski sevgilisiyle karşılaşan ünlü oyuncunun ise yüzü bir anda darmaduman oldu!

Ünlü isimlerin eğlenmek, gezmek ve yemek için tercih ettiği mekanlar aynı olunca; tatsız piştiler de kaçınılmaz oluyor. Önceki gün bir arkadaşıyla Nişantaşı‘nın popüler yeri Atiye Sokak’ta yürüyen gazeteci Ahmet Hakan, bir anda durakladı. Gazetecinin neden duraksadığı için sonradan anlaşıldı. Biraz ileride eski sevgilisi Pelin Batu, bir erkekle oturuyordu.

Güzel oyuncuyu görünce hiçbir şey olmamış gibi yürümesine devam eden Ahmet Hakan, soğukkanlı tavrıyla değme oyunculara taş çıkarttı. Eski aşkını fark eden Pelin Batu ise o kadar soğukkanlı değildi. Hakan’ı görünce bir anda yüzü düşen oyuncu, biraz durakladıktan sonra yüzünü çevirdi. İkili, ayrılıktan sonra birbirlerine sert sözler söylemişti.”

Okumuş olduğunuz bu haber metnini “milliyet.com.tr”den aldım. Nasıl? Ben yazayım: Berbat! Eyüp’ten, Bağcılar üzerinden Nişantaşı’na transfer olan/terfi eden “muhafazakâr demokrat” Ahmet Hakan Coşkun, eski sevgilisi “liberal demokrat” Pelin Batu ile karşılaşmış da “yüzü bir anda darmaduman” oluvermiş efendime söyleyeyim. Aman aman! Yerim ben sizi!

Bu tür ıvır zıvır, sözüm ona “magazin” haberlerinin vazgeçilmezi ise “pişti/pişti olmak”! “Etiket”ler yeterli: Ahmet Hakan, Pelin Batu, Nişantaşı… Yeter. Klavyeye eziyete ne hacet! Yazılacaklar besbelli. “Gazetecinin neden duraksadığı için sonradan anlaşıldı.”ya bayıldım. “İçin” yerine “ise” yazmak epey zor olmalı. Zaten böyle bıktırıcı “Ahmet-Pelin” haberini kim okur ki bu havalarda? (Bildiniz; bendeniz! Görün bakın, sizler için nelere katlanıyorum Kırık Potkal’ımdan aziz okuyucularım.)

“Güzel oyuncuyu görünce hiçbir şey olmamış gibi yürümesine devam eden Ahmet Hakan, soğukkanlı tavrıyla değme oyunculara taş çıkarttı.” ise klişelerin şahikası! Vay be! Ahmet Hakan’a bakın hele! “Soğukkanlı tavrıyla değme oyunculara taş çıkarttı” ha? Bu kadar kıtipiyoz bir “haber” yılların Milliyet’inde yer buluyor ya, pes!

Geçmiş olsun.


“Yüz”süzlüğün bu kadarına da pes Burcu Esmersoy!

Hay, horozuna gıravat taktığımının! Vahi Öz amcamızın da ruhu şâd olsun. Ne Burcu’ymuş be birader! Hatta ne Burcu Esmersoy’muş yahu! “Yamalı Poğaça”ya damlayanların (üzgünüm ama) pek çoğu “Burcu Esmersoy, burcu esmersoy frikik/leri, Burcu bacak, Burcu Esmersoy etek” vb. nezih sözcüklerle internet adı verilen şeytan icadını hormonal emellerine alet ediyorlar mel mel! Peki, Mel Brooks bu işe bozulur mu? Ruhu duymaz.

Reklam veren şirketlerin üst düzey yöneticilerinin ferasetlerine de melon şapkalarımdan bir düzine çıkartıyorum. Kabul buyursunlar rica edeceğim. Bu nasıl bir ufuksuzluktur ve bu nasıl bir marka yönetimidir ki (zinhar “en, ti, vi” değil) NTV’nin spor spikerliğinden ayrıldıktan sonra önüne konulan her meblağa (hatırım için interneti bir de sözlük amaçlı kullanın canım) balıklama atlayan Kâmile Burcu Esmersoy “marka yüzü” seçilip durur, aklım havsalam almıyor. Ayıp olacak ama koccaman bir “YUH” çekmek can simidime de epey iyi gelecek hani: YUH!

“Markafoni”nin de “yüzü” olmuş Burcu Esmersoy! Canlarım benim ya! “Marka yüzü” denilen şey “biriciktir” evlatlarım! Hani sizler nasıl diyorsunuz… Aaam, “unique” yani! Her reklam veren, Burcu Esmersoy’un kapısını çalıp duruyor. O da akıllı kadın tabii. Alır parasını, yapar reklamını… Bu “marka yüzü” teranesinden kârlı çıkan sadece Burcu Esmersoy’dur. Markayı “doğru yüz” ile pazarlamaya eyvallah da… Bu işin cılkı çıktı artık! “Ünlü yüz”ün ürünle bütünleşmesi nasıl sonuçlanıyor? “Ürün” ile “marka yüzü” bire bir özdeşleşebiliyor mu? Efendim?

Son zamanların en iyi “marka yüzü” çalışması Cem Yılmaz’da ortaya çıkıyor. Türk Telekom=Cem Yılmaz. Peki, bana söyler misiniz Burcu Esmersoy= ? Efendim? Ne? Zahmet etmeyin, ben size hangi markaların “yüzü” olduğunu sevabına yazıvereyim: Domino’s Pizza, Shell, tivibu, SEAT, Vakıfbank ve son olarak Markafoni… Hatırlayamadıklarım olabilir, onu da sizler tamamlayın lütfen. Buna “marka yüzü” değil, “marka yüzsüzlüğü” denilebilir olsa olsa!

Ne oldu o kallavî tatsız tuzsuz “pazarlama iletişimi” kitaplarınıza, olur olmaz dilinize dolayıp durduğunuz “farkındalık” ucubeliklerinize, Kotler’inize, David A. Aaker’ınıza? Ha, ne oldu? Bu kadar cacıklık olur mu bre? Aynı zırtapozluğu Müslüm Gürses’i de farklı markalar için kullanarak yaptınız! Kezâ Seda Sayan, Kıvanç Tatlıtuğ… Hem Yedigün hem Mavi! Ne ayak? Pardon, çanta, di mi? Paylaşılamayan bir “marka yüzü” de Erman Toroğlu idi. Dillere destan “otomosyon” telaffuzuyla kalplere nakşolmuş idi o da! Olmamış mıydı? Doğru tabii, ha “otomosyon” olmuş ha “otomasyon”, ne fark eder canım ya!

Hadi, reklam verenler beyin veremine tutulmuş… Peki, siz kalın kalın, okkalı “pazarlama iletişimi” kitaplarıyla gerdeğe girip “case”i finalize edenler… Peki, sizler nasıl oluyor da bu komediye “motor” deyip duruyorsunuz? Sizlerde mavra bol nasılsa, buna da güzelce kılıf dikersiniz nalları dikmeden. Ne derseniz deyin, benim için her sözünüz fasa fiso!

Bunca sözüme ördek nağmesi muamelesi yapılacağını da biliyorum. Sanal tarihe not düştüm hanımlar, beyler! Bu kadar “yüz”süzlüğü bir arada görmedi reklam sektörü, bunu da yazın bir kenara!

Bir sözüm de NTV ilgili ve yetkililerine: “Yaz Gecesi” adlı programı sundurduğunuz Burcu Hanım’ın çok beğendiğiniz bir karesini, NTV logosunun münasip bir yerine yerleştirin de tam olsun! Bu ne Burcu Esmersoy hayranlığıdır kardeşim! “Yaz Gecesi”nde ekranı ikiye bölüp konuğun yüzünü “fix”lerken, Burcu Hanım’ı gözlerimizin, oturma odalarımızın içine sokacak kadar “zoom”lamanız Burcu Hanım’ın “sözlükçü erkeg”lerce de tescillenen güzelliğinden (?) zom olduğunuzun bir işareti olmalı.

Kara kaşlı, sarı saçlı Burcu Esmersoy NTV’nin de “yüzü” olmalı. Yeter mi? Hayır! Anlı şanlı gazetelerimizin “arka sayfa güzeli” kabilinden her programa mini etekli konuk sunucu olarak katılmalı, NTV’nin kurnaz teknik masasının marifetiyle baldır bacak, frikik ve sarı saçlı kadın meraklısı güruhun ruhunu şenlendirecek açılarla, yakın plan çekimlerle vazifesini ifâ etmelidir.

Spor spikerliği, program sunuculuğu, reklam oyunculuğu Burcu Esmersoy’u kesmemiş. Kendi ifadesiyle; “komik kadın”mış. Pek çok dizi teklifi almış. Şimdi ise “sit-com”da oynayacakmış da oyunculuk dersleri alıyormuş. Yeter mi? Hayır! Haber program da sunsun. Oğuz Haksever out, Burcu Esmersoy in! Yeter mi? Hayır! 22.00 haberlerini de sunsun. Sonay Dikkaya out, Burcu Esmersoy in! Yeter mi? Hayır! Gökhan Abur tekrar plak yapsın. Hava durumunu da Burcu Esmersoy sunsun. Yeter mi? Hayır! Bölgelerin hava durumuna göre giyinip hava durumu sunuculuğunda “devrim” yapsın. Yeter mi? Hayır! Hayır! Hayır!


“Kız Kulesi”nden “Sözcüklerle Dansedenler”e…

MediaCat Yayınları tarafından reklam sektörüne armağan edilen (bu terkibi üstüne basa basa kullanıyorum: “armağan edilen”)  “Sözcüklerle Dansedenler”de şair ve reklamcı Erol Çankaya, “Şairler ve Silahşörler” yazısında şöyle diyor: “Sonradan ‘Marmaris badanacısı’ olarak ünlenecek olan Kenan Evren’in resimlerinde sadece işkence moru/cinayet kırmızısı renkler kullanıp ‘mavi’yi yasakladığı, tablo astarı olarak Türkiye’yi kullandığı zamanlar…”

Haluk Mert’in “Kız Kulesi” adlı çalışmasında, sanki inadına kullandığı “mavi”yi görünce, bu satırları hatırladım. Şair ve reklamcı Erol Çankaya’nın büyük reklamcı Eli Acıman’la olan anılarını okumak ise tam bir ders niteliğinde. Reklam sektörünün “yaratıcı”ları keşke “Sözcüklerle Dansedenler”den haberdar olsalardı…

Kırkın üzerinde şair reklamcının/reklamcı şairin şiir-reklam üzerine ufuk açıcı, zihin cimnastiği yaptıran, rengârenk denemelerinin yanı sıra, reklam sektörünün çileli yıllarında kısa pantolonlarıyla şiiri, öyküyü ve dahi resmi nasıl kucakladıklarını kendi ağızlarından okumak apayrı bir zevk doğrusu.

Özellikle belirtmek gerek: Şiire alerjisi olmayanlar için tam bir şölen “Sözcüklerle Dansedenler”… Şiir sevmeyenler, şiiri sevemeyenler de bu kitapta aradıklarını bulabildikleri gibi; reklamın mantığını, felsefesini, püf noktalarını birbirinden lezzetli yazılarla keşfe çıkabilirler. Kimler yok ki bu vefa dolu güldestede! Oğuzhan Akay, Süreyya Berfe, Haydar Ergülen, Ege Ernart, Onat Kutlar, Haluk Mesci, Güven Turan, İsmail Uyaroğlu,  İzzet Yasar… Ve tabii bu kitabının fikir babası, dünya iyisi, Prag’ın semâlarından bize gülümseyen gözlerle baktığına inandığım Gürkal Aylan!

Gizli şairlerin, gizli ressamların, gizli romancıların reklam sektörünün temeline attıkları çimentonun kokusunu duymamak olanaksız. Hele hele reklam sektörünün efsane isimlerinin çok özel anlarını, anılarına okumak, dersler çıkarmak çok büyük bir fırsat, hatta nimet, reklamcılığı kafasına koyan gençler için…

Pablo Picasso’nun “La Lecture” tablosunun Sotheby’s’de 40.2 milyon dolara satıldığını öğrenen Haluk Mert’in, “Ne var ki, bunu ben de yaparım.” demesini dokuz yaşında olması itibariyle tebessümle karşılayabilirsiniz ama Erol Çankaya’nın deyişiyle “Marmaris badanacı”sının, yıllar önce Picasso’nun tablolarına bakıp da “Bunu ben de yaparım” demesini aynı tebessümle karşılamanız için kendinizi epey zorlamanız gerekebilir.

“Mavi”yi alabildiğine, özgürce kullananlara selam olsun!