Tag Archives: Hayat

Emzik 4.0: Modern İnsanın Dijital Bağımlılığı ve Kaçış

Sabah uyanır uyanmaz elimiz telefona gidiyor.
Gözler daha açılmamış, ruh yerine gelmemiş, kalp hâlâ gecenin yükünden kurtulamamış…
Ama parmak, o küçük ışığa uzanıyor.
Sanki içimizde görünmez bir bebek ağlıyor da onu susturacak tek şey başkasının varlığıymış gibi.
Bir çocuğun uyku arasında emziğe uzanması gibi.
Kendimizi susturmak için dijital bir sessizliğe uzanıyoruz usulca.

Bir Uzuv Olarak Akıllı Telefon

Gün boyunca elimiz aynı harekette:
Telefonu masaya koy, sonra al, sonra koy, sonra al.
Artık bir aksesuar değil; bir uzuv.
İnsan, avuç içiyle düşünüyor artık.

Tuhaf olan şu:
Kimse gerçekten haber okumuyor.
Kimse gerçekten konuşmuyor.
Kimse gerçekten içerik tüketmiyor.
Hepimiz sadece bir anlık tesellinin peşinden gidiyoruz.
Dijital emzik ağzımızdan düşünce huzursuzlanıyoruz; çünkü o anda kendi düşüncemizin sesini duymamızdan korkuyoruz.
Ve o kısa, çıplak, sessiz oda — modern insanın en korktuğu yer. Bu yüzden kalabalıkların içindeyiz.
Ama temassızız.
Çevrimiçi kalıyoruz, içimiz çevrimdışı.

Sosyal Medya ve Avunma Pratiği

Hiçbir şey yapmadan durmak, “modern” insan için dayanılmazdır.
Duramıyoruz.
Kıpırdamadan durduğumuz anda düşüncelerimiz seslenmeye başlıyor.
Biz o sesi duymamak için ekranı açıyoruz.

Bir tür susturucu… Takıyoruz birer birer… Tesbih çekmek “alaturka”, parmaklar “scroll”a kilitliyken
“post-modern”! İnsan kendi içine bakmamak için her şeyi yapıyor.
Sosyal medya bağımlılığı tam da burada başlıyor.
İnsan kendi içine bakmamak için her şeyi yapıyor.
Kafeler dolup taşıyor, toplu taşıma dopdolu, ekranlar magazin fazlası…
Hiçbirimiz birbirimize değmiyoruz.
Kahkahalar, kapağı bombe yapmış konserve kutusu… Ekran ışığı bir ninni gibi başımızı okşuyor.
Yetişkinliğin kundaklanmış hâli bu.
Bir avunma pratiği…
Arzu, doyum için değil; sürmesi için var. Biz telefonla mutlu olmaya çalışmıyoruz aslında.
Eksikliğimizi ovuyoruz. Kimimiz tülbentle kimimiz ipekle… Oyalanıyoruz.
Oyalanmak iyileştirmiyor.
Sadece geciktiriyor. Kalbimiz kırıldığında o kırığı onarmanın bir yolunu aramıyoruz.
Üzerine mavi ışıkları tutuyoruz lehim niyetine.
Kırık, ışıkta parlıyor diye iyileşti sanıyoruz.
İyileşmiyor.

İyileşmeyen Yaralar ve Mavi Işık

Keder büyürken elimiz yine telefona gidiyor.
Oysa kederin hakkı büyümektir. Kanaya kanaya…
İnsanın içi acısın biraz; acı, düşüncenin olgunlaştığı yerdir.
Sessizliğin nimeti orada öğrenilir.

Kalbimizi parça parça taşıyoruz ve o parçalara dijital emzikler takıyoruz.
Bir bildirimle bir kaydırma hareketiyle avunuyoruz, avutuluyoruz.
Acının bize ait olmasından korkuyoruz.
Korkunun ecele faydası var mıydı?
Acı bizim.
Keder bizim.
Yoksunluk bizim.

Dijital emzikler?
Onlar susturucu.
Sabah uyanır uyanmaz, ilk iş olarak telefona değil, kendimize dokunalım.
Kalbimize, yüzümüze, acımıza… Hayat orada başlar.
Sessiz.
Derinden.
Kimseye göstermek zorunda olmadan.


Meraklısına “collage”

Wayne Shorter – David Bowie
Melek Keçeci
Tevfik Fikret


Bayramlar ve yılbaşı artık öksüz: Mustafa Kandıralı vefat etti.

Bayram sabahlarının ve yılbaşı gecelerinin sembol ismi, klarnet sanatçısı Mustafa Kandıralı 90 yaşında (1930-2020) vefat etti. Artık ne eski bayramlar var ne Nesrin Topkapı ne Seher Şeniz ne Tülay Karaca’nın tüllere sarınıp hünerlerini gösterirken kameramanların ve rejinin atraksiyonlarıyla dansözlerin açıkta kalan yerlerinin olabildiğince gösterilmemeye çalışıldığı yılbaşı geceleri… TRT’nin yerinde zaten yeller esiyor! “Özü sözü insan” diye bir de slogan bulmuşlar!

“Özü sözü insan” olan bir neslin mezar taşıdır artık bu slogan! O masum yıllarımızı, Türk-Kürt ayrımının olmadığı mahalle kültürümüzü, kadına kıza yan bakanın ayıplanıp hizaya çekildiği, ezan okunduğunda akşam yemeklerine koştuğumuz sokaklarımızı, başörtülü teyzelerin sokak hayvanlarını tekmelemediği, yılbaşı geceleri kestane pişirip saatin 24.00’ü göstermesiyle beyaz cama gözlerimizi mahcup mahcup çevirdiğimiz ve öksürüklerin bir anda arttığı esnada dansöz eşittir yılbaşı kültünün hafızalarımıza nakşolduğu o masum o güzelim yıllar ebediyen yok artık!


“Al topuklu beyaz kızlar”

Hadiye’nin parmakları tuşların üzerinde öylesine yumuşak, okşarcasına dolaşmaktaydı ki… Sesi de artık hüzünlü ve acılıydı. Söylediği şarkı yavaş yavaş başka makamlara geçiyordu. Sonunda tümüyle değişmişti. Bu artık bir türküydü. Bir Rumeli türküsü… “Mayadağ’dan kalkan kazlar, al topuklu beyaz kızlar.”

Artık ne Mayadağ’da geniş beyaz kanatlarını mavi göklere açan kazlar vardı, ne bu türküye kendini kaptırıp ayak uydurarak hora tepen al topuklu beyaz kızlar. “Kanadın ucu sızlar.”

Hadiye’nin yüreğinin ucu değil, her yanı sızlıyordu. Neden böyle yüreği yanıyordu? Yoksa istanbul’un da, kendi sevgili Selanik’i gibi elden gideceği korkusu muydu?

Cahit Uçuk


Ye, ye, yeah!

İşlenmiş yer fıstığı… Tuzlu… Yanında şekerli, asitli bir meşrubat… Üstüne de çikolata kaplı sandviç bisküvi… Bu üçlüyle “müşteri onayı” sürecinin cinini alıyoruz. Nasıl? Gülse Birsel’in pek moda dizisi, çok konserve kahkahalı yeni “cit-com”undaki gibi “ürün yerleştirme” vahşiliği, görgüsüzlüğü yok burada! Bu arada… Oyunculuklar bir “cit-com” için iyi! Türkçeyi bozan, Türkçenin dil mantığına aykırı saçma kullanımlarla (“adamın dibi”) popülaritesini arttıran “Yalan Dünya” benzetmesini reklam sektörü için de kullanabilir miyiz? O da yalan, bu da yalan… Var git, sen onaylan!

Ne diyordum, ne ediyordum? Ajanstasınız. Saat “talk show” vakitleri… Öğle yemeğinde midenize yolladığınız sucuklu kaşarlı pide iyice yayılmış yollandığı yerde. Güzel. Ayran yayık ayranı değil. Sulu zırtlak beyazlık. Beyaz yakalıların ağzına laaayık! İnekleri dans mans ediyor. Tövbe, tövbe! Neyse. Bir de ajansta müşterinin onayını mı beklemektesiniz? O daha da güzel! Bozukluklarınızı atın türlü çikolatanın, gofretin, meşrubatın bulunduğu otomata… Matah bir şey değil ha! Otomatik bakkal! Veresiye yok! Ölesiye makine! Ölesiye mersiye!

Efenim, “Femen kızları”na bir külot firması sponsor muymuş neymiş! Bozmayın ağzınızı reca ederim. Sizi irca ederim. İcra değil, irca. Şu yalan dolan dünyaya kim sponsor şimdi? “Yalan Dünya”da ne vakıt (farkındayım “ı”) bir prezervatif markası diziye yerleştirilecek acıbağa? Fırlama nesil bunu dolamış şeyine… Eeee, diline…

Yemeğe bak! Ye, ye, yeah! Gül konservelerce, konservatif imece… Yeah! Hadi, bak burası enlem boylam, boylu boyunca kesmece! Durma, oh yeah! Taner vardı bi’ ara sahi, n’oldu Saba abla, he?


“Heyecan yapanlar”a FTS iyi gelir, laksatif etkisi tescillidir!

Dikkat: Bu yazı Facebook ve Twitter kullanıcıları için uygun olmayabilir.

İstanbul’da toplu taşıma araçlarını kullananlar, “BEKLEME YAPILMAZ” ikazının yazılı olduğu levhaları görmüştür. Hiç unutmam, bir televizyon programında Halit Kıvanç da bu hususa parmak basmıştı… da ne olmuştu? Parmak basanların önce parmakları, daha sonra da suratları mosmor olur. Her neyse, gel de Erich Maria Remarque’ı anma!

Geçen haftalarda “Gak Guk” isimli programda, komik olduğu düşünülen bir videonun altında zuhur eden “HEYECAN YAPTI”yı da görünce… “Zaman aşımı”nın hukuku, adaleti aştığı günler yaşanıyor yapayalnız memleketimizde. Bu “yalnız”ı uzaktan (uzağa) kesen eski kulağı kesiklerin olduğunu Petek Dinçöz duydu ayol! Bim, bam, bom! Tarihçiler; lâkin “fetih” filmlerine, “harem” dizilerine işkembeden “consulting” yapanlar değil, essah tarihçiler, yazacaktır bu bomçikolimbo günleri… Öyle ümid ediyorum sevg ı l ı m!

Siyasetin subliminal yönlendirmelerle hallaç pamuğu misali atıldığı bu sürecin sulandırılma aksiyon planı dur durak bilmeden, altınoklutunalıkekeçlifatmalıalilialçılıbaranlınazlılı bir çemberde gül yağını sürüştürürken, yalan yanlış kullanılan “yapmak” fiilini kim takar! Beyin iğfal şebekeleri bütün çiğlikleriyle, eğri büğrü dişleriyle, bütün şebeklikleriyle algılarımızın, kalplerimizin ince ayarlarıyla oynamaktalar. Dedeler diyor ki: Bunların hepücüğü astar!

Devam edelim. Birkaç ay önce 10-15 yaş arası çocukların gözde dizisi “Pis Yedili”de işittim, “eylem/fiil” kullanımındaki kulak tırmalayan bahis konusu “heyecan yapmak”ı. Dizideki kadın (çok hassaslar için “bayan”) öğretmen, erkek öğretmeni evine (bir kafe de olabilir) davet edince, erkek öğretmen afallıyor, hık mık ediyor. Kadın öğretmenin iç sesini dinletiyor bize senaristimiz: “Tabii heyecan yaptı.” Yapsın bakalım!

Dil fakirleşmesi, Türkçe kullanımındaki kabızlık (tıbbîyeli kardeşlerimiz buna “konstipasyon” diyor) böyle bir şey işte. Dizi senaryolarından gazetelere, dergilerden reklam metinlerine, sunuculardan başıbozukluğun hüküm sürdüğü levhalara… Habis bir ur misali yıldırım hızıyla yayılıyor bünyeye kirli, hastalıklı Türkçe. “Yapmak” eylemini “joker” kabilinden kullanmayana tuhaf tuhaf bakıyorlar neredeyse.

“Aşk yapmak” nece? Bu “heyecan” denilen şey nerede yapılıyor? Peki, kiloyla mı, metreyle mi satılıyor? “Beklenmez” yazmak ayıp mı yoksa? “Heyecanlanmak” edebe, ahlaka mugayir mi? İnsan “heyecan yapmaz”! İnsan “heyecanlanır” hey! Oooo, İlahî Komedya!

Heyecanlanmayıp “heyecan yapanlar”ın, Kanal D’nin son dizi bombası “Yalan Dünya”da Çağatay karakterini canlandıran Hakan Meriçliler’den duyduğu “İlahî Komedya”yı deli danalar gibi arama motorlarında araştırıp araştırmadığını pek merak ediyorum.

Çağatay, Orçun veya Selahattin… Bu üç karakterden birinin elinde, “İnferno-Purtogorio-Paradisa” bölümlerinden meydana gelen, Dante Alighieri’nin 1307-1321 yılları arasında yazdığı ve 14.233 beyitten müteşekkil, Toscana lehçesiyle kaleme alınmış “Divina Commedia”ya, Polat Alemdar’ın Abdülhey’in yasını tutarken elinde gezdirdiği, kameranın ise özene bezene odaklanıp gözümüze gözümüze soktuğu, “Kurtlar Vadisi”nin senaryo yazarlarından Ahmet Turgut’un “Bozkırın Sırrı” kitabına yapılan o kıyak “ürün yerleştirme” çok yakışırdı doğrusu.

Neyse, siz yine de kalbinizi ferah tutun, belli olmaz. Ve sakın heyecanlanmayın!


Babalar anlar: Babasından Nevhîz Nedim’e…

O dişsiz ağzının, bazen dudaklarını nîm [1] veya tam küşâde [2] bulunduran pek muhtelif eşkâl-i hande-nümasındâki [3] te’sir, dişli ağzında bittabi vücûdpezîr olamayacak [4]. Birer birer çıkacak dişlerle bu tebessümler de bir başka şekle inkılâb edecek ve ihtimal tebessümlerin o zaman da yine böyle bizi meshûr edecekse de [5], herhalde, fart-ı sürûr ve inbisat ile [6] açılan dudaklarının arasından, bize, zâtü’l-hareke ve dâimiyyü’l-ihtizâz [7] pembe dili gösteren bu saf ve tatlı gülüşlerdeki hâlet-i mahsûsa [8] artık müebbeden görülemeyecek!

Lisânen ve alelhusus kalemen [9] tarif ve tasviri, hele benim gibi aceze-i küttâb [10] için muhâlâttan olan [11] bu melekâne tebessümlerin [12] zevk ve letâfetini, inşaallah kızım, sen de kendi çocuklarında tecrübe eder ve bî-mânâ gibi duran şu bir sahifelik yazıların ne demek istediğini ve nasıl bir hisse tercüman olmak heves-i müşkilinde [13] bulunduğunu o zaman takdîr eylersin.

Ahmet Nedim Servet Tör

[1] Yarım

[2] Açık

[3] Gülen biçimlerindeki

[4] Görülemeyecek

[5] Büyüleyecekse de

[6] Büyük bir ferahlık ve sevinçle

[7] Sürekli hareket eden ve her zaman sevinçli olan

[8] Özel durum

[9] Sözle ve özellikle kalemle

[10] Kâtiplerin âcizi

[11] İmkânsız olan

[12] Melekce gülümsemelerin

[13] Gerçekleşmesi güç istekte


Ayniyle vâkî: Taksici

“Caddebostan Migros var ya abi… Oradan üç kız aldım. Yaşları on altı veya on yedi… Barlar sokağı diye bir yer var şimdi orada. Oradan çıkmışlar. Bindiler. İlk önce İdealtepe’ye gideceğiz… Sordum. Sonra nereye? Atalar’a abi, dedi yanıma oturan. Peki, dedim. Baktım, biri oturamıyor. Yani kıçının üstüne oturamıyor abi! Anladın? Yanıma oturan mini etek giymişti. Arkadakilere dikiz aynasından baktım. Birinin gözleri dışarı çıkacaktı sanki. ‘Sigara’ içmiş. Öbürünün yaka bağır açık, göğüsler haşat. Abi, Bahariye’de kilisenin arkası daha beter! Her sabah prezervatif süpürmekten bıktık, diyor abi arkadaşım. Neyse abi. Yanımdaki bana döndü. Abi, bira içtim de… Ağzım kokuyor mu, bi’ baksana, dedi. Ne koklayacağım senin ağzını, dedim. Yavaşladım. Bak, kızım dedim. Benim senden büyük üniversiteye giden kızım var. Sana da ‘kızım’ diyorum, iyi dinle beni… Bu tuttuğunuz yol iyi yol değil. Böyle giderseniz orospu olursunuz… Yazık değil mi size? Kızım ben bu havada paltoyla zor duruyorum, üşümüyor musun böyle minicik etekle? Hiç ses yok abi. İdealtepe’ye geldim. İkisi indi. Yirmi üç lira yazdı taksimetre. Yirmi lira aldım. Diğerine şöyle bir alıcı gözüyle baktım. Sordum yine de… Devam edeceğim. Paran var mı? Paraya gerek mi var, der demez, hadi kızım sen in burada, deyip indirdim kızı abi.”


Transformers: Dark of the Maslak!

Bu “borsafinans”tan haber metni: “MTKA İnşaat Yıkım ve Enkaz Kaldırma Hizmetleri Şirketi, Türkiye’nin şu ana kadarki en yüksek bina yıkım işini aldı.

Maslak’ta yıkımı gerçekleştirilecek, biri 24 katlı toplam 3 binayı Orjin Group ortakları Zafer Kurşun ve Zafer Yıldırım’ın ortak olduğu Orta Gayrimenkul, Akbank’tan 95 milyon dolara satın almıştı.

Maslak’ta bulunan 3 bina daha önce Akbank operasyon merkezi olarak kullanılıyordu. Binalar, Haziran 2010’da bu merkezdeki tüm birimlerin, Gebze Şekerpınar’da hizmete giren Akbank Bankacılık Merkezi’ne taşınmasıyla boşaldı.

MTKA İnşaat Yıkım ve Enkaz Kaldırma Hizmetleri Şirketi Genel Koordinatörü Mehmet Ali Bulut, ’24 katlı binada mimari hatadan dolayı binada sonradan güçlendirme yapılmış. Otoparka araç girişinde sorun oluyor ve bina büyük rüzgarlarda sallanıyor. Binanın yıkımı İTÜ danışmanlığında yapılacak’ dedi.

Yıkılacak toplam alanın 48 bin metrekare olduğunu, ilk etapta bunun 33 bin metrekaresinin yıkılacağını anlatan Bulut, ‘Bu, Türkiye’nin en yüksek bina yıkım projesi. Yıkılacak binalardan biri yerin altındaki kısmı ile birlikte 24 kattan oluşuyor. Diğer iki bina da 13’er katlı’ diye konuştu.”

Bu da cep telefonumun küçümen kamerasıyla çektiğim fotoğraf. “Transformers: Dark of the Moon”a yakışacak bir kareydi.


Saçlarım, berberler ve Amrabat!

Dün akşama doğru çıktım evden. Yanlardan iyice kabarmaya başlayan saçlarıma çekidüzen verdirme zamanı gelmişti de geçiyordu. Irsî saç dökülmesinin kurbanlarından olduğumu kabullendiğimden beri, belirli bir berberim olmadı. Kafama neresi estiyse… Gün oldu 5 TL’ye fabrikasyon saç kesimi yapılan bir mahalle berberinin kir pas içindeki koltuğuna oturdum, gün oldu dev AVM’lerin içindeki “lüks” kuaförlerin “erkek” kısmındaki koltuğuna kuruldum 25-35 TL’yi gözden çıkararak. Netice değişmezdi: Nereden kesersen kes, nasıl tararsan tara, ne sürersen sür… Ensede, kafanın sağında, solunda İstanbul’un bütün kellerine saç naklini mümkün kılacak kadar saç teli var ama tepe gayet istikrarlı bir göç yolunda…

Berberde sıranın bana gelmesini beklerken, portatif müzik çalarımdan Rossini’nin “Sevil Berberi”ni dinlemeyi çok severim. Rahmetli anneannemi Beşiktaş-Üsküdar güzergâhından ziyarete giderken, Üsküdar İskelesi’nden Çiçekçi’ye doğru yola koyulduğumda, Paşakapısı Cezaevi’ni geçip de mezarlıklara dümen kırınca “Sevil Berber”i görürdüm. Şimdi yok. Onu hatırladım.

Sıranın bana gelmesini beklerken klişeleşmiş berber gündem maddelerini duymuyordum belki ama maddeler şöyle olmalıydı: İktidar-muhalefet çekişmesi, “üç büyükler”, şike, hayat pahalılığı, n’olcak bu memleketin hali… Berberin sehpasında Sabah ile Zaman vardı. Sabah’la başladım, sonra Zaman’a geçtim. Zaman’ı tam bitiriyordum ki, 3.15 megapiksellik fotoğraf makinesine sahip cep telefonumu devreye sokmadan yapamadım.

Galatasaray-Kayserispor maçından bir enstantanenin altında yazan cümle ile eski futbol hakemi Ali Aydın’ın bir değerlendirmesi aynı sayfada ve alt alta… Çok enteresan bir “sen hangi maçı seyrettin hacı” vak’ası idi. Başka bir tuhaflık ise 2012 Afrika Uluslar Kupası’ndan elenen Fas’ın hocası Eric Gerets’in Faslı oyuncu Nureddin Amrabat’ı seyretmek için onca yolu katedip Ali Sami Yen TT Arena’ya geldiğinin haberleştirilmesiydi!