Tag Archives: Kültür

“Tess” okuyan tereciye satar mı tere, oturdum klavyenin başına nefes nefese!

Roman Polanski’nin dünya kadar çağrışım yaptırtan ismini dilime dolamadan önce… Thomas Hardy’nin (1840-1928) epey sansasyon yaratmış önemli romanını (“Tess”) metroda okuyan bir erkek gördüm de… İs kokulu İstanbul’da… Sabah sabah… Yüzler beş karış… Fondötenler mahmur… Ayakkabılar çamurlu… Sakal tıraşları falsolu… Çağrışım atları şahlandı içimde, Kişinev’e gitmeye teşneydiler kişneye kişneye…

Thomas Hardy’nin, Laurel Hardy’ye beni götürmesini, oradan da Ferdi Tayfur’un (Bu Ferdi başka Ferdi! Dublaj harikası Adalet Cimcoz’un ağabeyi “Arşak Palabıyıkyan”ı arşa taşıyan muhteşem Ferdi!) enfes dublajcılığına dair birkaç kelam etmeyi de zar zor engelliyorum. Engelli yorumlar bunlar vatandaş! Koş Çıplak Vatandaş koş! Herkes şaşar da Vatan Şaşmaz!

“Tess 19. yüzyıl İngiltere’sinin toplumsal yargılarını ve bireysel analizlerini içeren, estetik düzeyi yüksek, lirik bir hikâyedir.” Kitabın arka kapağında yazan bu. Polanski, Nastassja Kinski’nin 18 yaşındaki güzelliğini, tam adı “Tess of the D’Urbervilles” olan romanı “Tess” ile tescilleyip pek çok erkeğin başını döndürme planında oldukça başarılı olmuştu. Herkes döndü amma ben dönmezem yolumdan! Kısacası şu: Tez okunması gereken klasiklerdendir “Tess”, tere eşliğinde kesinkes!

“Tess” okuyan da “ayniyle vâkî”, hayatımız yamalı bohça misali melez üstü az sentez! Artık açalım bir parantez: Pek çok reklam yazarı, “kreatif” bu tür doğurgan kelimelerle yapılan esprileri “demode” bulmakta. Bizzat şahidim. Bezgin değilim, hiç değilim tedirgin. Rahmetli Cenk Koray da severdi bu tür esprileri. Fırt’ta yazardı. Çarşaf da alırdım yanında. Kızlar çıtı pıtıydı. Penguen ile Uykusuz kardeş şimdi, kızlar giymiyor artık entari. Birkaç örnek: Adam tez yazmış, karısı çabuk okumuş. Adamın evi yanmış, odaları düz. Adamın penisi yokmuş, telefon etmek için sterlin bozdurmuş. Adam metresine üç yüz lira vermiş, üç metre kumaş almış. Adam vitesi bire takmış, ikiye tuk!

Şimdilerde bu tür kelime oyunları “kıl” ve “banal” bulunuyor, sanal âlemin kalemşorlarınca da… “Vurgu” alıştırmaları (“Temrin”i de hatırlayalım ki, “tiyatora” sevenlerin gönlü neş’e dolsun, Afife Jale’nin de ruhu şâd olsun!) hususu çok önemli. Özellikle spor ve haber spikerlerinin “frikik”lerini arayıp duran bir abazan güruhu var ki, bunların “arama motoru terimleri”ndeki mide bulandıran “terim”lerini okuduğunuzda insanlığınızdan utanasınız an meselesidir. Özel kanalların kadın spikerlerinin haber metnindeki vurgularına, tonlamalarına, artikülasyonlarına kafalarını takmaktan uzak bu güruhun tenasül uzuvlarına taktıkları tek şey ise varsa yoksa “frikik”… Baldır bacak arıyorlar, “capture” peşinde koşturup duruyorlar. Bu “frikik” meraklısı sürü, pornonun her türüne ulaşabilme olanağına sahipken, akılları sıra “ulaşılabilir” gördükleri kadın spikerlerin bel altı görüntülerini ellerine geçirip hayallerine meze yapma aşkıyla sabah akşam “bilgisunar”ın karşısına çörekleniyor.

Sözüm, Kırık Potkal’dan habersiz spikerlere! Aşağıdaki temrinleri okuyun sabah, öğle, akşam. Termin mi? Yok. Özgürsünüz. Hele hele siz Simge Fıstıkoğlu… Pelin Çift’e ne oldu sahi? Ünlü magazin figürü Bayülgen’in programında dediniz ya: İnsanları güne hazırlayacağız… Kulağım tırmalanıyor sabahları Doyaş’ta. HT açık da… Gazetelerden seçilen köşe yazılarını vurgusuz, ruhsuz okuyorsunuz. Diksiyonunuz feci. Olmuyor öyle eflatun gömleğin altına giymekle siyah mini! Soyadınızdan mülhem size “fıstık gibi” demeleri beni kesmez! Böyle gidersek bu yazı tükenmez.

Sedaaa, Peliiin, Simgeee, Sineee, Dilaraaa, Selvinaaaz, Sonaaay, Ekiiin, Tuğbaaa… Termin yok ama temrin var! Aşağıda: Selimiye’de sekiz bin sekiz yüz seksen sekiz semerli seçkin semerci sedefçi Sefer’e senetsiz sepetsiz semer verdi. Yetti mi? Bir tane daha ve kısa mı kısa: Bu mumcunun mumu umumumuzun mumudur. Devam: Bizde bize biz derler, sizde bize ne derler? Hız kesmek yok. Son: Pireli peyniri perhizli pireler tepelerse, pireli peynirler de pır pır pervaz ederler.

Bu yazıyı hitamına erdirirken Cenk Koray’ı bir kez daha anıp şu doğurgan cümlelerle veda ediyorum. Kıl mıl ama “vurgulama”nın, “boğumlama”nın önemi açısından ıskalanmaması gerekiyor penisini her şeyden aziz bilip meni menden geçiren, mendireklerde menisi tükenesice sivilceli bebeler ve kozmetik mağduru spikerler! Buyrunuz. 1- O kaça, bilir mi? 2- O kaçabilir mi? 3- Okacha bilir mi?

Eyvallah!


Camdan Kalp versus Kaşardan Kalp

14 Şubat 2010’daki “AB GRUBU KAN DEĞİL, İZLEYİCİ ARANIYOR” başlıklı yazıma iliştirdiğim “kaşardan kalp” görseline 2012’de aşırı bir ilgi var birkaç gündür. Niyeyse! Yörsan’ın soru ekini ayırmayı bilmeyen tezgâh altı bir “reglam acansı”na yaptırdığını zannettiğim o “absurd” kaşardan kalp (Seyrediniz: Camdan Kalp, Fehmi Yaşar) fikri bu sene günün mânâ ve ehemmiyetine mütevazi (Hayır, yanlış yazmadım; o “mütevazı”dır.) bir şekilde arama motorlarında harıl harıl aranır olmuş. Hep derim: Bu memlekette her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız.

Devir pişkinlik devri! Televizyona ilk kez çıkan bir genç kız veya erkek herkesin önünde en ufak bir rahatsızlık duymadan gerdan kırıp göbek atıyor, stüdyodaki “memur seyirci” önünde hoplayıp zıplayıp türlü şaklabanlıklar yaptığında, buna “enerjin yüksek” deniliyor artık! Onlarca seyircinin önündeki masum mahcubiyetleri, zarif tavırları, nazik jestleri, hafiften kızaran yüzleri ara ki bulasın!

“Komşu”da iktisadî vaziyet ürkütücü bir tablo çizerken, Türkiye’nin “büyükşehir”lerinde “Sevgililer Günü” teranesi allanıp pullanıyor dört kol çengi. Zibidilikte ise sınır tanınmıyor. Meyvelerden kalpler, ayıcıklar, börtü böcek şeklinde çikolatalar (endorfin artmalı mutlaka), şampanyalı manpanyalı “günün fırsatı” kampanyaları, kral dairelerinde bir gecelik unutulmaz dakikalar gırla gidiyor! Hangi firmanın ilanıydı hatırlayamadım şimdi ama adamlar “aşkın modası geçmez” şaşkınlığıyla bu mühim günü selamlama telaşına düşmüşler. Aşk ve moda… Tebrikler! Geçen yıllarda “petting” mi moda idi? Şey, bu yıl ne moda? Aşkın modasını o kadar iyi takip edemiyorum da… Sert… Ivana Sert! Göstergebilimsel analizlere balıklama dalmamak için Mamak’ta damak kütürdeten lezzetleri yâd edip tornistan ediyorum bu abidik gubidik bağlantıdan. “Aşk”ı “moda” ile ilişkilendiren o firma Sarar olabilir. Bu sabahki metroya yetişme hengâmesinde cep telefonumun mütevazı kamerasını devreye sokamadım. Cehennemde İki Devre gibi değil mi hayatımız, muhterem Zoltan Fabri severler? Bu tip sözde “özel” günlerin gayesini biliyoruz: Tüketilircesine tüketim.

Sevdiğinizi bu sene adamakıllı şaşırtmak istemez misiniz? Râsih’in bir beytini imdâda çağıralım o zaman. Siz de bu nadide beyti bir zahmet ezberleyiverin artık. Şöyle:

Süzme çeşmün gelmesün müjgân müjgân üstüne

Urma zahm-ı sîneye peykân peykân üstüne

Tembeller için: Çeşm=Göz, Müjgân=Kirpik, Zahm-ı sîne=Göğüs yarası, Peykân=Cirit, ok gibi savaş âletlerinin ucunda bulunan sivri demir


Mâziye bir bakıver: Daüssıla ağrılarını da keser mi?

Holivut, 1932


Mâziye bir bakıver: Ziyadan iktisat etme!

Ameli Elektrik, 1932


Mâziye bir bakıver: “Bunlar birleşmeyince mükemmeliyet temin olunamaz”

27 Aralık 1938, Yenigün


İçimdeki Varşova!

Facebook ve benzeri platformlar üzerinden Salvatore Adamo’nun “Her Yerde Kar Var”ı kim bilir kaç kez paylaşılmıştır. Bu şarkının en çok da Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ye yakıştığını düşünürüm. Pikaptan yayılan cızırtı ise apayrı bir yazı konusudur elbette. Yeşilçam’ın en koyu melodramlarına rahmet okutan bir yapıya döndürülse de eli yüzü düzgün oyunculukları için seyrediyoruz işte ÖBGZK’yi. Her neyse.

Neredeyse bir haftadır İstanbul’un araç trafiğini mahveden beyaz örtüye savaş açan belediyenin dev kar küreyicilerinin üzerinde gördüğüm bir ibare var: Kış Çalışmaları. Bravo! İstanbul’un Avrupa yakasında (“Avrupa Yakası’nda” değil canlar!) şu anda (31 Ocak 2012, 15.55) enfes bir tipi var. Tippi Hedren ise yok. Bir ihtimal Minnesota’da.

Sert esen rüzgârla flört eden karın kirpiklerimi donduran soğuğuna aldırmadan caddeleri arşınlarken “Kış Çalışmaları”nı gördüm. Üstat Yahya Kemal’in Varşova’da elçiyken bizlere armağan ettiği “Kar Musikileri”ni mırıldandım içim yana yana… Şahlandı içimdeki Varşova!

KAR MUSİKİLERİ
Varşova, 1927

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan korolar gibi devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden…
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanburî Cemil Bey çalıyor eski plakta.

Birdenbire mes’udum işitmek hevesiyle,
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık!

Yahya Kemal

Adamo’ya alternatif: 47 yıl öncesinden ÖBGZK Ajda Pekkan’ını es geçmeyelim bu karlı İstanbul akşamında. Eee, iş güç derken saat 17.10 oldu.


Biraz daha yalnızız: Theo Angelopoulos öldü.

“Tanrı’nın ilk yarattığı şey yolculuktu, ardından kuşku geldi ve sonra da nostalji.”

Ulysses’ Gaze

Sinemayı sanat mertebesine yükseltenlerden usta yönetmen Theo Angelopoulos saçma sapan bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Başta ailesine, filmlerinin sadık yol arkadaşı Eleni Karaindrou’ya ve uzun planlarına meftun tutkunlarına başsağlığı diliyorum. Dinince dinlensin, toprağı bol olsun.

Unutulmaz filmlere imza attı. “Yolculuk” temasıyla temas etti ruhlarımıza. Şimdi, nerede okudum hatırlamıyorum, şöyle bir sözdü hafızam bana oyun oynamıyorsa: Şiirsel lafazanlıklardan hiç hoşlanmam. Cezmi Ersözümtırak “hisli duygular”a kayma ihtimalim çok fazla. Ne de olsa üzgünüm. Büyük bir sinema dâhisini kaybettik.

Diyeceğim şu: Onun filmlerini elde patlamış mısır ve meşrubat eşliğinde seyredemezsiniz. Hollywood sinemasının delicesine bir kurguyla, akla hayale gelmedik görsel efektlerle ambalajlayıp 2 ve 3 boyutlu olarak piyasaya sürdüğü filmlerle tütsülenmiş beyinlere Theo Angelopoulos filmleri birkaç numara büyük geldiği gibi, Nuri Bilge Ceylan’a da münasip görülen “sanat filmi” payesiyle onurlandırılıverir.

“Ulises’in Bakışı” yerine, hatalı bir çeviriyle “Ulis’in Bakışı” olarak sinemalarımızda da yer bulan bu filmdeki o ünlü Lenin heykelinin gemiye nakli ve heykelin yatık bir halde gemide yol alışı… Metaforik bu plan ve büyük “theme score” ustası Eleni Karaindrolu’nun müzikleri enfes bir görsel-sessel şölendir. Hangi birini saymalı! “Landscape in the Mist”, “Voyage to Cythera”, “The Suspended Step of the Stork”, “Dust of Time”,  “The Bee Keeper” (Eleni Karaindrou’nun, Jan Garbarek’i yanına aldığını öğrendiğimde koşarcasına gitmiştim Emek’e), “Eternity and a Day”…

Sinemanın düşünen, “entelektüel” yönetmenlerindendi. Düşünceyi, düşünmeyi, kafa yormayı lanetleyen bir ülkede yeterince ilgiye mazhar olmadı. Türk gençliği, ata yadigârı “Rap müziği”yle eski futbolcu, şarkıcı ve dünün acar futbol-magazin muhabiri, bugünün “samimi” televizyon programı yapımcısından oluşan jüriye kendini beğendirip içinde bulunduğu hayattan yırtma telaşındadır çünkü.

Bu büyük ustanın filmlerinden, 15 dakika dizi, 5 dakika reklam periyodunda seyir terbiyesi almışlar ile uzun planlara, ağır, durağan, neredeyse tiyatrovâri sahne düzenlemelerine tahammül edemeyenlerin uzak durması gerektiğini söylemek pek garip olmaz. “Sanat filmi” gibi bir “tür” icat eden yurdum insanı için “Berlin Kaplanı” pek yakında… Rahatına düşkünler, ulan sabahtan akşama işte beynim şeediliyor, bir de elin gâvuru ne demiş diye oturup bulmaca mı çözücem, diyenler için “Sülüman” da her hafta huzurlarınızda!

Divân’ı “kanepe” zanneden bir nesle, Theo Angelopoulos filmlerini anlatmak ne kadar da güç. “Zamanın Tozu”nu almaya çalışanlara selam olsun!


Dünün/Günün Sözü

Kadı ola davâcı ve muhzır dahi şâhid

Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet

Ziya Paşa


“Nesir ve şiir her gece öldürülür”

“Ekmek ve su verilir şaire hâkimin evinde / Ama nesir ve şiir her gece öldürülür acımasızca

Ekmek dedimse yeminle söyleyeyim size / Kıldan incedir o evde”

The Message, 1976


Sanat manat, münazaram iki kanat!

Liselerde hâlâ “münazara” yarışmaları yapılıyor mu bilmiyorum ama yakın tarihlerde CNN Türk’te üniversite öğrencileri arasında zamana karşı “yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar” benzeri konular hakkında, günümüz gençliğinin ağzı laf yapanlarından oluşturulmuş takımlar heyecanlı “münazara” manzaraları sunuyordu berbat programlara alternatif arayanlara.

Hiç unutmam, Doğanhisar’da (Bkz. Konya) lise birdeyken de böylesi bir “münazara”ya az daha dahil oluyordum da son anda yakamı sıyırmıştım not ortalamamın matlığı sayesinde. Ne günlerdi! Konu şuydu: Sanat toplum için midir, fert için midir? Allaaah! Konuş babam konuş! Ayağımın altı pekmez, yala yala bitmez!

Fahriye Abla’nın şairi Ahmet Muhip Dıranas’ı hatırladım. Hani Parkta Serenad’ı için küçük bir değini yazdığım o müthiş şair! Bakın Ahmet Muhip ne demiş, bizim münazaracıların şablon fikirlerinin balonunu patlatıverircesine sakince:  Vallahi, bir san’at cemiyet için olmalıdır, dendi mi tüylerim diken diken oluyor.