Tag Archives: Kültür

Dut ağacında portakallı ördek veya bıkkınlık veren bir proje: “İskender”!

Proje tuttu! İşlem tamamdır! “Reklamın iyisi kötüsü yoktur”a iman edenlerin duaları kabul oldu! Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i hakkında yazı yazmayan kalmadı maşallah! Bu isteniyordu ve oldu! “200.000+20.000” yetmez! 200.000 daha basılsın! Mrs. Shafak’tır; roman da yazar, Seda Sayan’ın programına da çıkar!

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. İskender’in kapak çalışmasını bir grafik sanatçısına sipariş etselerdi, Mrs. Shafak’ın son ürünü bu kadar konuşulur muydu? Elbette hayır! Mrs. Shafak (ve ekibi) bu reklam kampanyasıyla/kumpanyasıyla ticarî bir başarı elde etmiştir. Bu açıdan Mrs. Shafak (ve ekibi) doğru yoldadır. Hayırlı satışlar olsun!

Bir bardak suda kasırga imal edenler, avuçlarını pek güzel ovuşturuyorlar. Biz de Ferrari görünümlü Şahin’lere binbir emekle, güçlükle elde ettiğiniz paracıklarınızı heba etmeyin, diye yazıyoruz.

Mrs. Elif Shafak için imanlı bir okuru, -noktasına virgülüne dokunmadan- “Muhteşem biri hem yazar hem kişilik olarak, Bu kadar saldırı olun doğru yolda olduğunu gösterir bu ülkede.” yazmış. Gözlerine perde mi, mil mi çekildiği hususunda karar veremediğim bu okurda tecessüm eden zihniyet profili Mrs. Shafak’ı var etmiştir. Elbette PR çalışmalarının da sağlamlığıyla. Yurt dışından (İskender Londra’da yazılmış) ülkesindeki “tabu” konulara değinmesini hesaba katmıyorum. İskender’in -varsa- edebî değerine dair adam gibi eleştiriden ziyade, yok Zadie Smith’ten mi “arak”, yok kapaktaki roman kahramanı pozu, yok kadın bedenindeki erkek, yok şu, yok bu! Lafı eveleyip gevelemeden diyeceğimi diyeyim: Sıradan bir okur olan bendenizi rahatsız eden husus/lar; Mrs. Shafak’ın “gönül insanı” pozu takınıp “proje”lerini ve “proje insanı” oluşunu tasavvuf tülüne sarıp sarmalayarak gözlerden kaçırmaya çalışması, tatsız tuzsuz, renksiz, kupkuru, çeviri kokan (ki zaten çeviri!), okuyanın dimağında yoğun, kıvamı okkalı edebî tatlar bırakmayan cümlelerini, “Oryantalist” çıkışlarıyla ve sıkı bir edebiyat disiplininden geç(e)memiş (kesinlikle “okur” değil!) “müşteri”leri kakalamaya çalışmasıdır. Tasavvuf ehli bir insanın gönlünün razı gelemeyeceği pek çok “yamuk” yapmıştır, Mrs. Shafak. Görmek isteyen gözlerin önündedir olan biten. Bakmaktan korkmayın. “Fan”ları tarafından bir “ilahe” olması bir şeyi değiştirmez. Popüler kültürün bir “yazar”ıdır. Ahmet Selçuk İlkan ne kadar “şair” ise Mrs. Shafak da o kadar “yazar”dır. Bir daha: Teşbihte hata olmaz uyarınca; Ahmet Hamdi Tanpınar benim nazarımda Lionel Messi ise Mrs. Shafak da Faroe Adaları Master Lig takımlarından B71 Sandoy’un B takımının yedek kulübesindeki bir oyuncusu mertebesindedir.

Mrs. Shafak’ın gözünü, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler’inden (“White Teeth”) esinlenmeye (?) götürecek kadar çok satma hırsı bürümüş olamaz. Hoş, Zadie Smith’in de “sicil”inin pek temiz olduğu söylenemez, her neyse. Orhan Pamuk ile Halil Berktay’ın daha bir “isim” yapmasında, resmî söylemin dışına çıkıp verdikleri demeçler ne kadar etkili olmuştur acaba? “Üçüncü Dünya”nın yazarlarının Batı’da ciddiye alınması için kendi ülkesine birkaç sağlam kroşe çıkarması bir mecburiyet midir? Naipul gibi Mrs. Shafak da “isim” yapmaya böyle böyle başlamamış mıydı? Gayet “oriental” demeçleri sebebiyle 3, 0 ve 1 “mağduru” olan bir yazar profilini Batı dünyası epey sever. Şurası kesin ki oyunun kurallarını çok iyi özümsemiş bir “proje” insanıyla karşı karşıyayız. At binenin, kılıç kuşananın! Karınca kararınca diyoruz ki uyanın!

Sizleri bilemem ancak ben bu işbilir, uyanık “proje” insanlarından bıktım. Büyük holdinglerin çalışanlarını Gebze taraflarına getirip götüren servislerde silme İskender okunuyor. “Plaza kadını”nın bavul yavrusu çantasında mentollü sigaranın yanı sıra bir de İskender var artık! İşte bu! Büyük reklam ajanslarının “kreatif”leri, elemanlarına “İskender i okuyan var mı?” diye soruyor. İşte bu! Mrs. Shafak röportaj üstüne röportaj veriyor, haksızlığa uğramış masum yazar rolünü layıkıyla oynuyor. Hatta yaşıyor! Bu işte! Bu işte bir iş var! Meyve veren ağaca taş atıyormuşuz. İyi de dut ağacında portakallı ördek biter mi? Tasavvuf ateşini dürüstlük, samimiyet, ihlâs yakar. Meyve veren ağaç masalına ise karnımız tok.

Ne yani, Mrs. Shafak’ın (ve ekibinin) aklına -erkek kılığına bürünerek- roman kahramanı pozu verip kitabın kapağına konuşlanmak geliyordu da rahmetli Oğuz Atay, İhsan Oktay Anar, Hakan Günday çayda çıra mı oynuyordu? Bir “yazar”, okurunun hayal gücüne gol atmaz! Atmamalıdır! Yerli “sit-com”ların altına döşenen kahkaha efektleri ne ise Mrs. Shafak’ın sözde roman kahramanının kılığına girip kitabın kapağına oturması da aynı şeydir. Önce apaçık ve çok bayat bir reklam, sonra hayal gücüne sille tokat girişmek… Netice: Mrs. Shafak United 3 – Hayal Gücü 0! Videokliplerle büyüyen, yetişen nesil ile has edebiyat tedrisatından geçememiş pop-okurların bunu dert etmeyip Mrs. Shafak’ın erkek kılığında kapakta yer alışını “ay ne orjinal ya” diye bağrına bastığına şüphem yok. O kadar yok ki az buçuk okuyup yazan fakir kulunuzun itiraz/eleştiri hakkını kullanmasını, “sen kimsin lan”larla karşılayan pek çok pop-okurun varlığını ta iliklerimde hissediyorum. Eksik olmasınlar. Beni (de) sizler var ettiniz. Sağ olun, Warhol’un!

Videoklipler hayal gücünü iğdiş eder. İmgelemini sıfırlar insanın. Verili olanı alan okuyucu/seyirci hayal gücünü çalıştırmaz, dolayısıyla tembelleşir. Pinekleyen nöronlar volta ata ata erir. Yaratma gücü, canlandırma hassası elinden alınan okurda/seyircide tekdüzeliğin meşalesi elden ele geçip durur. Yazar, roman kahramanlarını kendi beyninde, ruhunda yoğurup okura sunar. Okur da kendi kahramanını (söz gelimi İskender’ini) yaratır kafasında. Bir yazar, okurunun hayal gücüne tahakküm etmeye yeltenmez. Tacir gibi düşünmez. Erkek kılığında roman kahramanı pozu vermek pek “orijinal”, pek “farklı” bir fikir gelmiş olmalı kitabı pazarlayan ekibe. Bunun ürüne/mala; yani İskender’e ne faydası oldu? Olan şu: Bu “sansasyonel” girişim sayesinde baskı rakamları artıp duracak, cümle âlem yazı üstüne yazı yazacak, cepler dolacak. Sonra? Kokmuş, ucuz bir reklam çalışmasının kaymağı güle oynaya yutulacak. En büyük gazetelerin büyük mü büyük “kanaat önderi” yazar kadrolarından tutun magazinel edebiyat programlarına, oradan da bencileyin adı sanı bilinmeyenlere dek şu meşhur İskender üzerinde kalem oynatmayan, klavyeye eziyet etmeyen bir Allah’ın kulu kalmayacak.

Tarihe not düşmüş olayım: Has edebiyatta “sansasyonel” buluşlara hiçbir zaman yer yoktur. Kelimelerinizin, cümlelerinizin kudreti, dert edindiğiniz meseleleri evrensel boyutlarda anlatabilme yeteneği eserinizi, dolayısıyla sizi kıymetli kılar. Bir yazarın edebiyat tarihindeki haysiyetli pozunu, zamana nakşeden deklanşör ise ortaya konulan yapmacıksız, “proje” ürünü olmayan, “sansasyon”a zinhar prim tanımayan “hakiki”, “pure” eserinizdir.

İskender kapağının, klasik müzik dehası Glenn Gould’u anlatan “Genius Within: The Inner Life of Gleen Gould” belgeselinin afişine benzediği de artık herkes tarafından biliniyor. Peki, Lady Gaga’nın “Yoü and I”ına ne dersiniz? Zannedildiği kadar “orijinal” bir iş değil yani, bir kadın yazarı romanın erkek kahramanı kılığına sokup poz verdirmek! Uğurcan Ataoğlu ile bir de ben mi polemiğe girsem acaba? Oray Eğin’e yolladığı Yirmibeş [“Yirmi Beş” olmalıydı] Kuruşluk Kitap”ı bana da yollar mı? Zannetmem. Etiket fiyatı da 125 TL imiş!


Utanç fotoğrafı: Bir buçuk İSkeNdeR

Bakıyorum da ticaret erbabı Sayın Elif Şafak’ın (bundan sonra ve layık olduğu şekilde “Mrs. Elif Shafak”) son projesi İskender’in satışlarını patlatabilmek için hâkim medya dört kol çengi el ele vermiş. Rekor satış rakamları için PR da sıkı planlanmış. Hiçbir masraftan kaçınılmamış. Rekor satış rakamlarına ulaşabilmek için her türlü fedakârlık yapılmış durumda. Tüm bağlantılar yerli yerinde. O kadar yerinde ki Kanal 24’ün “kültür-sanat” programında, Mrs. Shafak ile röportaj yapan hanım kızımız şöyle bir cümle kurabiliyor. Mealen: “Bu kitabınız da çok güzel. Yarısına kadar okudum. Süper!” Hepiniz süpersiniz maşallah! Hatta süppersiniz!

Umumiyetle yazımı bitirdikten sonra başlık koyarım. “Koymak” kelimesinden de utanmayın rica ederim. Haydi, nezaket abideleri için “atarım” yapayım da “follower”ımız zıp zıp zıplasın! Geçelim. Diyeceğim şu: Bu kez başlığı baştan çaktım. Utanarak, öğürerek. Yeni romanının kahramanı pozuna bürünüp kitabının ön kapağına konuşlan(dırıl)an Mrs. Shafak’ın samimiyetine inanmayı hakikaten çok isterdim ama Mrs. Shafak tepeden tırnağa bir “proje” insanı! O bir pop-star! O bir hırs kumkuması! O bir, bir… Popüleritasini korumak, daha çok satıp vergi sıralamasında ön sıralarda yer kapabilmek, has edebiyattan nasiplenememiş, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu, Refik Halid Karay’ı, Halid Ziya Uşaklıgil’i, Sait Faik’i, Oğuz Atay’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Vüs’at O. Bener’i, Leyla Erbil’i okumamış, muhkem bir yerli-yabancı edebiyat estetiği tedrisatından geçememiş geniş kitleleri kafaya alabilmek için çok sansasyonel olacağını düşündüğü/düşünülen “roman kahramanıyla bir buçuk yıl boyunca özdeşleşen yazar” oyununu kurgulayıp ülkenin “pop-light edebiyat” ortamını ele geçirmeye ant içmiş Mrs. Elif Shafak! Yakışır.

Romanlarını İngilizce yazıp bir mütercim ile Türkçeye çevir(t)en Mrs. Shafak’ın bu “yöntem”i bile yazdıklarını es geçmek, ciddiye almamak için yeter sebep teşkil ediyor esasen. En azından benim için bu böyle. Bu nasıl bir kafa yapısıdır ki güzelim Türkçenin olanaklarından dem üstüne dem vurup da romanlarını İngilizce düşünüp kaleme alır bir yazar? Buna verilecek cevaplar beni hiçbir şekilde tatmin edemez. Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir my God! Buna snobizm denilebilir mi? Peki, züppelik? “Dandy”lik? Dandy’yi özledim. Balonlarını da… Sözde edebiyatın balonları ise öğürme hissi uyandırıyor bende. Bir buçuk yıl boyunca, romanın kahramanıyla özdeşleşmiş de annelik, kişilik oluşumu, erkek erki, önemsemek falan filan… Bunlara inanmak Mümkünlü’de bile mümkün değil!

“Aşk” kitabının kadınlar için pembe, erkekler için kül grisi/antrasit olarak yayımlanmasını temposuz, güya tasavvufî birikimi özümsemiş, bu kültürel iklimde nefes alıp veren bir ruhun üslubuyla (?!) mütevazı tebessümlerle anlatması yok mu hele! [Tasavvuf nuruyla aydınlanmayı düşünenlerin Cemalnur Sargut Hanım’ı dinlemelerini/okumalarını salık veririm. Sâmiha Ayverdi ile Safiye Erol’u işitmemiş olanlarınız çoğunluktadır büyük ihtimalle. Şefik Can’ı da ihmal etmeyin ve lütfen “sahte” ürünlere itibar etmeyiniz.] Eşcinsellerin, biseksüellerin günahı neydi o zaman? Onlar için münasip bir kapak renginde “Aşk”ı niçin piyasaya sürmediniz? Pazarlama stratejisindeki bu eksik zannederim ALEXANDER, pardon, İskender’de telafi edilecek. “Aşk”taki anakronik hataları daha önce yazmıştım. Dücane Cündioğlu ise daha da detaylandırmıştı. Roman karakterlerinin dönemin ruhuna aykırı “absurd” cümleleri başarılı operasyonlarla perdelenmişti. Bilen bilir. Tahsin Yücel, Orhan Pamuk’a gösterdiği ilgiyi Mrs. Shafak’tan esirgemese, epey eğleneceğimizi garanti ederim.

5 Ağustos 2011 tarihli Radikal’in kitap ekinde (Sayı: 542) öyle mânidar bir tesadüf (tesadüf mü acaba?) vardı ki… O kadar olur! Magazin dilinde buna “pişti” diyorlar. Bu yazıyı okuyun, kesip saklayın. Belki bir gün Mrs. Shafak ile tartışmak istersiniz Macrocenter’da falan karşılaşırsanız. BİM’e mi takılıyorsunuz? Merak buyurmayın canım, Mrs. Shafak “beni sizler var ettiniz canım okurlarım” şarkısını gayet edebî terennüm ettiği cihetle, bir gün BİM’de karşılaşabilme ümidinizi kaybetmemenizi tavsiye ederim. Olmadı MMM Migros’larda burun buruna gelirsiniz, belli mi olur! Düşünün. Capitol Migros’un girişinde bir elinizde İskender, bir elinizde zor anlarınızda petek dokusuyla imdadınıza yetişip kendinizi rahat hissetmenizi sağlayan meşhur Orkid… [Bu yazıda ürün yerleştirme uygulaması yapıldığını baştan yazmam gerekirdi, pardon.]

Radikal’in kitap ekindeki yazıyı kaleme alan Semih Gümüş. Başlığı ise “Konumuz edebiyat, çok satmak değil”. Yanında da yılların eskitemeyeceği edebî pop-starımız Mrs. Elif Shafak! İç parçalayacağına, okuyanlarda duygu fırtınaları estirip okuyanın iç organlarını paramparça edeceğine kesin gözüyle bakılan cümlelerin serpiştirildiği İskender’in reklamı… Bir çeşit Cezmi Ersöz duygusallığı… İyi iş yapar. Mrs. Shafak, çok bahtiyar olmalı. Nasıl olmasın, “200.000 REKOR BASKIYA 20.000 EK BASKI!” müjdesi insanın gönül denizini nasıl dalgalandırır, siz biliyor musunuz bu arındırıcı hissiyatı? Mrs. Elif Shafak’ın İskender’i 1.000.000 adet satsın, kanaldan kanala seyirtsin, seyirtmekle kalmasın; peki, n’apsın? Arkın Allen ney üflesin, Mrs. Shafak pembe kapaklı “Aşk”ından pasajlar okusun. Mevlânâ’nın da canına oku(n)sun! Artık iyice maskara edilen Mevlevîlik, bir de doymak bilemez şan ve şöhret hırsının kurbanı Mrs. Shafak tarafından derunî özünden kopartılsın, ayağa düşürülsün, kültürel-tarihî damarları (kendileri “damar” kelimesini çok “önemser”ler efenim) birkaç kitap daha satabilmek uğruna hunharca kesilsin… Yetmesin. Bir gariban istihdam eylensin. O da, “Aşk”tan okunan satırlar ve Mr. Allen’ın (not Woody) neyinden yayılan nağmeler eşliğinde dönüp dursun şaşkın şaşkın. Hey yavrum hey! Postmodern reklamın şahikası bu olmalı.

Semih Gümüş’ün Radikal kitap ekinin 30. sayfasındaki yazısının son paragrafı şöyle: “Belki büyük çoğunluğa anlamsız gelecek: Edebiyat bu. Yazarın kitabının daha çok satılması için çaba göstermesi kadar saçma şey yoktur!”

Dikkaaat! Çekiyorum: Ya sabır!

 


Ruh diyor ki: “Geleceği hatırla dedik sana ahbap, daha fazla uzun etme!”

Sözlerime müteveffa Eli Acıman’ın bir sözüyle başlamak en doğrusu: “Bir iletişim faaliyeti olan reklamcılıkta hüner, en kısa sürede, en sade, en yalın, en basit, en anlaşılır mesajı verebilmektir.” Bundan sonra yazacaklarımı okumasanız da olur.

John Carpenter’ın, Ray Nelson’ın “Eight Clock in The Morning” adlı hikâyesinden senaryolaştırdığı 1988 tarihli They Live filmini hatırladım, “Reklam sektörüne yengen demek de size düşmedi. Çamur at izi kalsin mantigiyla klavyenin basina oturup emek verilmis isleri rezillik olarak nitelemek de haddiniz değil.” cümlelerini okuyunca. Faşizan, yasakçı bir zihniyet. Kibri de cabası. Şu anki iktidar partisinin başkanı kadar dahi, karşıt fikre tahammül gösteremeyen, eleştiriye katlanamayan reklamcıların varlığı cidden ürkütücü. Beğenmeme hakkımız yokmuş anlaşılan. Ne güzel! Merak eder dururdum, reklam sektörü hakkında fikirlerimi yazabilmem için kim(ler)den icazet alacağımı… “Geleceği Hatırla” sloganını yazan şahısmış meğer bu yetkili merci! “Had” belirleme görevi de bu şahsınmış. Ne âlâ!

Ne slogana  ne de reklam yazarına çamur attım! Bilakis pırıl pırıl işler görmeye, dilimizin nüanslarını doya doya okumaya hasretim. “Çamur atmak”ın anlamını bildiğinden de şüpheliyim bu “merci”in. Zira “çamur atmak”, “iftira etmek” olarak bilinir. “İftira” ise bir kişiye aslı astarı olmayan bir suç yüklemektir. Deyimlerimize bihakkın vakıf olamayan “reklam yazarları”ndan çok çekti reklam sektörü. Fî tarihinde, Kadir Çöpdemir’e Turkcell reklamında “Yeter ya, bi’ kalıbı dinlendir!” dedirtti büyük reklamcılarımız! Argoda “kalıbı dinlendirmek”, “ölmek” anlamına gelir. Sabah şerifleriniz hayrolsun beyler! Neymiş efendim, reklam sektörüne yengen demek bana düşmezmiş! Bakın hele! Bu pestenkerânî sözlere gülüp geçiyorum. Kibirden imal edilen bu “ruh”a tek sözüm var: Reklam sektörüne dair, bu sektöre emek veren herkesin söz söyleme hakkı var-dır. Diktatör ruhunuzu sağaltacak 125 dakikalık bir tavsiyem var. Charlie Chaplin’in The Great Dictator filmini güzelce seyredin. Unutulmasın ki herkesin eleştirisini özgürce ifade etme hakkı vardır. Üslubunu beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama herkesin beğenmediği bir işi/kurumu eleştirme -hatta dalga geçme- hakkı vardır. Demirden korkan trene binmesin, bu kadar basit! Öğrendik ki buna bile hakkım yokmuş. Haddim değilmiş. Buna ne deniyor reklam sektöründe? Kibir olabilir mi? Narsizm? Peki, küçük dağlarda inşa edilen “residence”lar? Demokratik nöronlarda nasır belki…

Sıradan bir yurttaş sıfatıyla, fikir hürriyetimi kullanıp sanal âlemde bir sloganı eleştirdim, az daha hayatım kayacaktı! Söz konusu yazımın “sosyal medya”da yarattığı etki elbette limon kolonyası gibi uçup gidiverdi. Ne de olsa böyle şeyler “uluorta” (“ulu” ve “orta” birleşip ne mânâlı bir kelime oluşturmuş ama) konuşulmamalıydı. Bu hengâme içinde cesur (!) bir “reklamcı” ise bu fakire “geri zekâlı redaktör” deme densizliğini, edepsizliğini de gösterdi. Misliyle cevap vermek de mümkün, mahkemeye vermek de… Vermeyeceğim. Yağmur Atsız lisānınca yazalım: Edebsize edeb göstermek edebtendir. O “reklamcı” (!) bu derin sözün (de) anlamına vakıf olamayacaktır muhtemelen. Seviye, edep yoksunu canlılarla vakit kaybetmeyelim. Bi’ kalem geçiyorum.

Galatasaray SK için Nike Türkiye’nin yeni sezon forma tanıtımı kapsamında hazırlanan iletişim (?) çalışmalarının bir ayağı da “billboard”lar, interaktif mecraların yanı sıra. 5-0’lık Neuchâtel Xamax maçında hançeresini yırtarcasına bağırmış bir fâni olarak, “Geleceği Hatırla” emir kipiyle oluşturulan bu sloganı gördüğümde, yeni bir çıkıntılık daha işte, diye içimden geçirdim. Acele etmedim iki çift laf etmek için. “Gassaraylı” arkadaşlarımın, “kapalı” müdavimlerinin  fikirlerini sordum. Mesajı bir ben mi alamamıştım acaba? Sloganı yazanın dolambaçlı mesajını alan bir Allah’ın kulu “Gassaraylı” yoktu maalesef. Mesaj iletilememişti. “Bu ne abi ya!” en masum tepkiye bir numunedir. Diğer tepkileri moral bozmamak için yazmıyorum. Niyetim üzüm yemek. Bunda anlaşalım. Emeğe saygı duymak önemli bir erdemdir elbette. Ancak düpedüz “kötü”, “kısır”, “güdük” işlere de emek verildi, diye susacak değiliz. Birini planlayarak öldürmek de pusu kurup masum insanları katletmek de “emek” işidir. Buna da mı saygı duymamız gerekecek yoksa?

Devam edelim. “Konsept”i gördüm. Hazırlanan diğer sloganları inceledim. Semantik açıdan bütünlemeye kalan “Geleceği Hatırla” dışında, diğerleri için notum “iyi” idi. Ancak “hatırlamak” fiilini “gelecek” ile bağlamak dizlerimin bağını çözdü. Hulki Aktunç ustayı da yitirmiş olmanın acısı içinde, birkaç yazıdır “şuurlu” bir şekilde kullandığım argonun (Mrk. Büyük Argo Sözlüğü, Hulki Aktunç) dozunu artırıp kalemimi sivrilttim. Hulki Aktunç’a saygı dairesinde. Belli ki hiç kimse anlamamış. Daha doğrusu beni anlamaya ayıracakları vakitleri yok(muş), reklam sektörünün ağır ağabeylerinin. Eleştiriye katlanamayan bu “abi”ler, aba altından sopa göstermeyi ise gayet iyi beceriyorlar maşallah.

Bu fakir, “Trabzon’nun” yazan “İletişim” mezunu reklam yazarlarını bilir… Bu fakir, “saçlarım düzleşmiyorlar”ı bilir… Bu fakir “Japonlar’ın” yazanları bilir… Bu fakir, iyelik ekini kullanmayı bilmeyenleri, kullanmayı da “köylülük” zannedenleri bilir… Bu fakir, zengin mi zengin dilimizi “keyif, yaşam” gibi iki kelimeye tıkıştıranları bilir… Bu fakir, “birebir”in anlamından habersizlere en kristalinden “elma”lar verildiğini de gayet iyi bilir. Bütün bunları bilirken, güzelim dilimize taharet bezi muamelesi yapanlara sessiz kalacak değilim haliyle.

“Ruh der ki: Geleceği Hatırla” sloganını ele alalım. Hangi ruh? Galatasaraylılık ruhu mu? Kâmûs-ı Türkî gibi bir lügat başyapıtını bizlere armağan eden Şemseddin Sâmi’nin oğlu Ali Sami Bey’in ruhu mu? “Geleceği Hatırla” sloganıyla bütünleşen bir görsel kullanımı da yok işin kötüsü. Ali Sami Bey’in fotoğrafı, 1999-2000 sezonunun UEFA Kupası’nı kazanan takımın coşkulu fotoğrafıyla lehimlenseydi nasıl olurdu? “Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.” cümlesine sıkı bir gönderme yapma düşüncesini daha fazla ete kemiğe büründürmez miydi, “gelecek”in aslında “geçmiş”i imlediğinin bir vurgusu/kurgusu olarak? Sloganı yazanın aklına gelmemiş veya bu görsel kullanımını “banal” bulmuş olabilir. Kuru bir tribün görseli yerine, UEFA Kupası’nı veya Süper Kupa’yı göğe kaldıranların haklı gururunu yansıtan bir kare, bu deha ürünü (hayır, dalga geçmiyorum; böyle düşünüyorsunuz) ilanı daha anlamlı hale getirip daha etkili kılmaz mıydı? Bu fırsat kaçırılmış. Bence tabii. Slogan ile görsel bütünlüğü çok zayıf. Hatta yok! Slogan meramını nakletmekten, derdini ifade etmekten o kadar uzak ki! ilef.ankara.edu.tr’den “En Etkin Sloganlar” yazısı hatmedilmeli. Bununla yetinilmemeli elbette. Claude C. Hopkins’in My Life in Advertising and Scientific Advertising adlı kitabı da elden geçirilmeli. YKY’de Türkçesi var. David Ogilvy’nin, “Bu kitabı yedi kez okumayan hiç kimsenin reklamcılıkla ilgili herhangi bir şey yapmasına izin verilmemeli.”  dediğini hatırlatmak boynumun borcudur.

İdrak yolları iltihabından mustarip olanlarda şunlar görülür: Kibir, eleştiriye tahammülsüzlük, antidemokratik tavırlar, muhataplarını küçümseme… Kıymetli reklam duayeni Eli Acıman’ın, şu sıralarda emekliliğinin tadını çıkaran Erol Çankaya’ya ne dediğini, Erol Çankaya’nın ağzından aktarayım: “’Güzel… Lakin touche, touche’ derken ne kastettiğini anlamam uzun sürmedi; eskrimi örnek veren efsane reklamcı güzel sözün değerini anlıyor, ancak iyi metin yazarlığında aslolanın ‘touche’; yani sayı almanın, puan alan vuruşun önemli olduğunun altını çiziyordu…” Söz konusu sloganımızda ise sayı, puan karavana! Bence tabii.

Başarılı bulduğum birkaç slogan örneği vereyim. “Efes Pilsen – Bira, bu kapağın altındadır”, “Kalebodur – Seramik budur”, “Elka Kapı – 100 kapı hemen, 1000 kapı yarın”, “UNO – Ekmeğinizi elletmeyin”, Haluk Mesci’den. “Bellona – Hayatın güzelliklerine yaslanın”, “Calve soslar – Her şeyin üstünde”, “Aygaz – Aygaz’ı tanımak güvenle yaşamaktır”, Nur Arıoğul’dan. Şiir okumamakla, hatta profesyonel jüri üyesi-reklamcı Ali Taran gibi kitap okumamakla övünenlerin Ceyhun Atuf Kansu ödüllü şair ve reklamcı Aydın Hatipoğlu’nun “Bence BMC” sloganını yazdığını sektörde kaç kişi biliyor? 11 Kasım 2010’da vefat etti. Mekânı cennet olsun.

İmkân olsaydı da Eli Acıman’ın karşısına şu ifadelerle çıksaydınız: “Ayrıca Avrupa’nın en büyüğü olma yolunda ‘Cim Bom final yakışır sana’… ‘Sen şampiyon olacaksın’… gibi net olarak gelecekten dem vuran ifadeler tribünlerde yankılanmıştır. Gelecek, Galatasaraylılar’ın hep hedeflediği bir kavramdır. Başlık, Nike forma sponsorlugu dahilinde, geleceği bir kavram olarak ele alıp, geçmişe yönelik şeyleri değil, o çok alışık olduğun gelecek denen kavramı hatırla manasında yazılmıştır. Bu isin hedef kitlesi de futbolseverler oldugu icin kavramin anlasilmasinda bir sikinti yoktur.” Ne yazık ki o “net”lik kafanızdan çıkarak, sloganınızda cisimleşip hedef kitleye geçememiş. Düzelteyim: “Galatasaraylılar’ın” değil, “Galatasaraylıların” olmalı. Bağ fiillerden sonra virgül kullanılmaz. Altını çizdim.

Hedef kitleniz “homojen”miş anlaşılan. Pakize Suda’nın Habertürk’te bir programı var. İl il gezip o yörenin halkına birkaç kelimenin anlamını soruyor. “Bilakis” ile “bilhassa” kelimelerinin anlamını bilen hiç kimse çıkmadı, biliyor muydunuz? GS taraftarları arasında sanayi sitelerinde asgari ücrete talim edenler de var, sizin gibi Fransız kültürü alıp bazı hususlara “Fransız” kalan mürekkep yalamışlar da… Benim gibi az çok kitap karıştırmışlar da… Memleketin kültürel seviyesini benden iyi bildiğinizi zannediyorum. Kafanızda kurguladığınız “gelecek”, aslında “geçmiş”tir fikrinizi başarılı bir şekilde sipariş edilen işe yansıtamamışsınız benim nazarımda. Benim indimde bu böyle. Başarısız bir slogan son tahlilde. Şüphe yok ki bu sloganı “başarılı” ve “hedefi tam 12’den vuran” bir çalışma olarak bulanlar da olacaktır. Eli Acıman hayatta değil ama onun bir sözünü bu işiniz için kullanmak istiyorum: “Bu israftır ve ıskadır.”  Keyfiyet budur. Bu fakir de o kadar mühim bir şahsiyet değildir, takmayın o kadar kafanıza! Ancak unutmayın ki kibir, Se7en’ın John Doe’sunun da hiç hoşuna gitmez!

İki çift laf etmeden önce, tıpkı bu yazıyı klavyeye düşürmeden önce olduğu gibi, soluklanmıştım. Reklam sektöründeki Türkçe kullanımı üzerine yazdıklarım ortadadır. Dergiler, sanal dünya, kitap… Tenezzül buyurursanız tabii. “Yeni fırçalanmış gibi ferah nefes” garabetinin yazılabildiği bir memlekette, reklam sektörüne “yengen” demek, en çok da bana düşer!  Hulki Aktunç, Ege Ernart, Egemen Berköz, Erol Çankaya, Yavuz Turgul, Vural Sözer, Ersin Salman, Seyhan Erözçelik benim kadar “soft” olmazlardı, buna emin olun. Bana “had” bildirip kendinizi ciddiye alacağınıza, işinizi ciddiye almanızı salık veririm. Masamda bir “had cetveli” yok maalesef.

Eli Acıman ile başladık, William Bernbach ile sona yaklaşalım şifa niyetine. İki doz. Bakın üstat ne demiş: “Büyük hatalar kendimizden sorgulanmayacak kadar emin olduğumuz zamanlarda yapılır.” Bu birinci doz. “Önemli olan ne kadar kısalttığınız değil, nasıl kısalttığınızdır.” Bu da ikinci doz. Yan etkileri yoktur. Güvenle, alçakgönüllü bir ruh ikliminde tepe tepe kullanınız.

Son sözü “İmparator”a bırakıyorum: “Yel, kayadan ancak toz alır.”


Reklam meklam: “N’apıyomuşuz? Bi’ daha yapmıyomuşuz!”

Saat 10.29. Reklamcılar Derneği’nden elektronik posta kutuma düşen e-postanın “konu”su: “23. Kristal Elma Ödül Töreni 28 Haziran’da Suada’da. Biletinizi aldınız mı?” Hayır, almadım.

Güven Borça’nın, 03.06.2011 tarihli “Bullets” yazısında reklamcıların Türkçe hassasiyeti noktasındaki özensizliklerine değindiği bir “bullet”ını okuduğumda takriben dört yıl öncesine, 15.05.2007 tarihli, “Bir türlü sev(e)mediğim laflar”yazısına gidiverdim. “Kofra” kelimesine dair birkaç cümle yazmıştım. O vakitler gümbürtüye giden “katkı”mı sizlerle de, yüzlerce, on bin yüz milyon “takipçim”le de paylaşayım: “‘Mazeretim var asabiyim ben’ şarkısı eşliğinde yazılmış bir yazıya benziyor. Bilgilendirici olması umuduyla diyeceklerim var: Öncelikle ‘kutucuk’ ne kutucuğudur? Annemizin/eşimizin takılarını sakladığı ‘kutucuk’ da olabilir mi? Niçin olmasın? Yazalım: Halk arasında, ‘sokaktaki adam’ tarafından ‘kofra’ olarak bilinen bu sözcük (coffret), bir yapıya bağlanan elektrik hatlarının ve ana sigortaların toplandığı kutuyu/kutucuğu ifade etmekte kullanılır. ‘Gaufre-gofre’ ise, baskılı kâğıt ya da kumaşı ifade eder. Etimolojik açıdan “kâğıt helva ve arı peteği” anlamı da taşır. Buradan da çikolatalı ‘gaufrette’e ulaşırız sakince… ‘Yaşam’ da benim sev(e)mediğim bir kelimedir. Meramı iletmekteki güdüklüğü bir yana, hecelendiğinde ortaya çıkan kelime, bir vakitler muhafazakârlığıyla bilinen TV kanalında “yassah hemşerim” duvarına toslamıştı.”

Birkaç ay sonra Güven Borça’dan bir e-posta aldım. Şöyle yazıyordu: “Az önce yazılarıma gelen yorumları okurken ‘kutucuk’ ile ilgili katkınızı gördüm. Daha önce gözümden kaçmış kusura bakmayın. Dil konusundaki birikiminizi ve hassasiyetinizi gösteren başka yazılar da hatırlıyorum. Acaba benim iki yıldır süren YTL takıntım hakkındaki görüşünüzü öğrenebilir miyim?” Dil konusundaki hassasiyetime göstermiş olduğu teveccühe teşekkür edip şunları eklemiştim: “15.09.2005 tarihli M. Türkiye web sitesinde ‘YTL üzerine sorular’ başlıklı yazınızı okudum. O kadar haklısınız ki! Bahsettiğiniz bu husus, devasa gündem maddelerinin en fazla üç gün soluk aldığı bir memlekette, maalesef ‘sektör içi’ tartışma babında kalmaya prangalı bir konudur. Yalapşap bir hayatın karton figürlerine döndürülme süreci içindeki birey olamamış ‘bireyler’ için ‘yetele’ meselesi o kadar tali kalıyor ki! Şu kadarını söyleyebilirim: Sizde arıza yok! Arızalı olanlar bu ‘yetele’ kepazeliğine kayıtsız kalmakta direnenler, umursamayanlardır!

Hadiseye nereden bakıldığıyla ilintili tabii bu husus da… Siz ve ben, ‘yetele’ karmaşasına ses yükseltenler, “arızalı” görülebiliriz. Başka işimiz yok mudur da böylesi detaylarla uğraşırız?! Öte yandan da, şeytan ayrıntıda gizlidir, ‘motto’su işyerlerindeki panolarda ‘entelekt’ bir figür olarak sergidedir, o ayrı! Bu ‘yetele’ saçmalığı hayatımızın her detayında gördüğümüz umursamazlığın, sorumsuzluğun, incelikten yoksunluğun, benim işim değil anlayışının neticesidir.

Hayatımızı ‘doğrudan’ ilgilendiren ‘hayati’ konularda bile suskun kalanların, bu ‘küçük’ detay için kafa yormalarını, ne yazık ki acı bir hakikattir artık, bekle(ye)miyorum. Haklı isyanınızın yanında olduğumu bilmenizi isterim tabii ki!

Yıllar sonra geldiğimiz noktaya bakalım. Güven Bey, “Bu Topraklardan Dünya Markası Çıkar Mı?” kitabını imzaladı, bu fakir de “FTS”sini… Hakikaten tam bir “marka uzmanı” vardı karşımda. Ofisindeki kısa ama doyurucu tanışma faslından sonra aralıklarla yazıştık. En son “Markaname”nin manifestosuna “tashih” desteği vermem rica edilmişti. Verdim. “Name” ile “nāme”nin farkından, espas bolluğundan bahsettiğim bir e-posta gönderdim. MARKAM’ın “Markaname“sinin “İsim Bulma Süreci“nin üçüncü satırında bir “espas” ile iki noktalama yanlışı -maalesef- hâlâ yerli yerinde!

Güven Bey ile bu satırların yazarının kişisel ilişkisini es geçip reklam sektörünün haylaz çocukları, RYD’nin kitaplarına iltifat göstermeyen “reklam yazarları”na gözlerimizi çevirelim ve kaç arpa boyu yol alınmış acaba, ona bakalım. Durum iç açıcı olmadığı gibi, iç acıtıcı bir seyir izliyor maalesef. Cioran, “bir virgül için ölünebilen bir dünya” ütopyasında yapayalnız. “Twitter”da “Survivor” geyiği çevirip “Facebook”ta görsel/video paylaşmayı Bilge Karasu, Refik Halit Karay (soyadını tersten okuyun, eğlenirsiniz belki) okumaya tercih eden reklam yazarları nesli varolduğu müddetçe bu işler çok zor Yonca! Entel dantel kisvesiyle caka satmak için bir ölçü de Bülent Ortaçgil iyi gider!

Güven Borça’nın dört yıl önceki feryadını hâlâ ve hâlâ duyan yok! Reklam sektörüne bakarsanız irili ufaklı duayen çok! Hakiki duayenler de reklam sektöründen yavaş yavaş elini eteğini çekiyor. O yüzden “yeni fırçalanmış gibi ferah nefes” ucubesi karşımıza dikiliyor bütün sakilliğiyle! Milimetre hesabıyla ilerlemek ne kelime, fersah fersah gerileme ve çürüme timsah ağzıyla reklamlardaki Türkçe kullanımını yiyip bitiriyor gözyaşları eşliğinde.

Güven Borça, 03.06.2011 tarihli Marketing Türkiye’deki “Bullets” yazısının bir “bullet”ında yıllar önceki feryadına, maalesef, devam ediyor. “Reklam yazarı” ile “metin yazarı” ayrı şeylerdir diyenlere geliyor: “Ne sosyal sorumsuz bir tayfaymışsınız siz reklam yazarları yahu? Ne dil umurunuzda ne de herhangi bir sosyal mesele. Neredeyse bütün inşaat projelerine İngilizce adlar vermeye de devam ediyorsunuz.” diye yazmış Güven Borça, “lira” yerine -hâlâ- “TEELE” denmesine dayanamayarak.

Keşke sorumsuzluk, özensizlik, sallapatilik sadece reklam yazarlarıyla sınırlı kalsa… Koskoca Reklamcılar Derneği, IQ’su yerlerde sürünenlere, seyrederken hiçbir düşünsel çaba harcamayı göze al(a)mayanlara yönelik “Survivor” adlı programı temel almış, reklam çalışanlarına gönderdiği e-postada. Yetmemiş. “Suada” üzerinden “su”, “ada” ve anlı şanlı “Survivor”dan yola koyulup bir espri (?!) yapıp “23. Kristal Elma Ödül Töreni”nin 28 Haziran’da düzenleneceğini şöyle duyurmaya karar vermiş: “Bu adada survive etmek kolay. Önemli olan adadan elmasız dönünce nasıl survive edeceğiniz.”

Aman ne yaratıcı! Aman ne matrak! Aman ne fırlama bir kelime oyunu! Reklam sektörünün bütün reklam yazarları! Reklam sektörünün bütün kreatif direktörleri! Silkinin, kendinize gelin artık! Taharet bezine çevirdiğiniz Türkçenin bayrağını artık yerden kaldırın!


Şahtım şahbaz oldum veya “Suzan” değil, “Suzanne”!

On gün olmuş yazmayalı. “Zona herpes zoster” teşhisi konulalı da bir hafta olacak. Zorunlu yatak istirahatine eşlik eden irikıyım haplarla, “bol sıvı” alımıyla geçen günler ve geceler boyu Muhibbî mahlasıyla şiirler döktüren “muhteşem” padişahımızın “sıhhat” üzerine o veciz sözünü andım durdum. “Kırık Potkal”ımızı okuma teveccühü gösteren samimi takipçilerimize “son durum”umuzu buradan iletelim hiç değilse. “Anti sosyal medya”nın neferiyiz ya! Birkaç güne kalmaz “iş hayatı” denen dev labirentin koridorlarında peynir avına çıkacağız tekrar.

Zorunlu yatak istirahatimin son günlerine gelmiş bulunuyorum. Kitap okumayı çok iste(r)dim ama bendenizi “şahbaz”a dönüştüren haylaz kırmızı benekler, “yatak çekmesi” adı verilen o tuhaf uyuşuk ruh hali buna müsaade etmedi. Yeni yeni klavyeye dokunabiliyorum, özel televizyon kanallarımızın “gündüz kuşakları”na göz gezdirebiliyorum. Memleketin hali perişan. Halkımızın tek derdi ve neredeyse tek ortak gayeleri; paralı, arabalı, evi olan bir kadın/erkek bulup geleceğini garantiye almak… Hande Ataizi’nden tut Songül Karlı’ya, Esra Erol’dan tut Zuhal Topal’a varana dek, kadınlarımız ve erkeklerimiz “evlilik programı” adı altındaki utanılası kumpanyada boy gösteriyorlar. Kimi çok serbest, kimi sıkılgan, kimi düpedüz kafayı yemiş… Hepsinin bir başka ortak noktası ise 50 kelimelik Türkçe dağarcıklarıyla müstakbel eş adaylarıyla iletişim kurmayı becerememeleri. Ne kadar hazin. Ne zaman “hazin” kelimesini yazsam, Yeşilçam’ın abidevî karakterlerinden Sami Hazinses beliriverir gözlerimin önünde. Neyse. Genci de bir orta yaşlısı da, yaşlısı da… Derli toplu, başı sonu belli birkaç cümle kurup meramını muhatabına (“muhattap” değil!) nakledemedikten sonra evlensen kaç yazar! Bu hazin manzarayı seyreyledikten sonra, 13 Haziran’ı hiç mi hiç merak etmiyorum. Her gece seçmenin ve seçimin nabzını tuttuğunu ilan eden televizyon programlarına kilitlenen varsa, hiç elektrik sarfiyatında bulunmasınlar, Gorki’nin “Küçük Burjuvalar” adlı kitabını/oyununu okusunlar.

Şahlıktan şahbazlığa terfi ettiğim günlerde (kahrolası suratımın farklı nahiyelerinde 8 adet kırmızı benek tespit ettim), büyük gazetelerimizin “kanaat önderi” yazarlarına da bakayım dedim. O da ne?! Hac yollarında, Nişantaşı Bölge Sorumlusu görevini de bihakkın ifa eden Ahmet  Hakan ile gördüğümüz “Elveda Başkaldırı“nın azimli şahsiyeti Ertuğrul Özkök, Melissa P’nin maceralarıyla yetinememiş olacak ki, yurtdışında şu sıralar pek popüler bir “erotik-macera” kitabını pazarlamaya girişmiş 29 Mayıs’ta, Serdar Turgut’u bile aratan tatsız tuzsuz üslubuyla.

İngiltere’de “The Butcher, The Baker, The Candlestick Maker: An Erotic Memoir” adıyla “bestseller” olan bu kitabın müşterileri “Sex & The City“nin, Ayşe Arman’ın müdavimleri ile Melissa P’nin fırça darbeleriyle mayışan “fırçana bayıldım boyacı” ekolününün temsilcileri olabilir. Ele aldığı bu konuyla/kitapla çok “ayrıksı”, çok “farklı” bir “kanaat önderi” portresi çizdiğini zanneden Bay Özkök’ün, Ziya Osman Saba’nın “Sebil ve Güvercinler”ini veya “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi“ni tavsiye etmesini ummak, Uma Thurman’ın çiğ köftecilerin istilasına uğrayan Kızıltoprak’ta yılların Gakkoş Usta’sının dillere destan çiğ köftesi ile Çiğköftem’in çiğ köftesini mukayese etmek için o dükkândan bu dükkâna “dürüm test” yaptığına şahit olmakla eşdeğerdir!

Bay Özkök, çok acayip, çok tahrik edici, çok ses getirici bir konu yakalamanın sarhoşluğundan olsa gerek, “Suzanne Portnoy”un adını, bizim makyöz-şarkıcı Suzan Kardeş’in adıyla aynı sanıyor olmalı ki, şöyle yazmış: “Adı Suzan Portnoy. Fark ettiniz mi, soyadı biraz tuhaf…” İlahi Ertuğrul Bey, siz “maceracı” hanımın adındaki tuhaflığı fark ettiniz mi peki? “Suzan” değil, “Suzanne”! “Portnoy”dan “porno” sözcüğü çıkıyor ya, Ertuğrul Bey bu işe pek keyiflenmiş. “Toy”u da, “port”u da gördüm tabii. “Kasap, Fırıncı, Şamdancı”nın şahidi şıracı değil, Ertuğrul Özkök.

Şahtım şahbaz oldum, iyi mi? Seda Sayan ablamızdan öğrendiğime göre, bu sene “puantiyeli elbiseler moda”ymış. Benimkiler suratımda ama o kadar kusur olsun! “Küçük Burjuvalar“daki Teteryov’a verelim son sözü: “İnsanları salaklar ve pezevenkler olarak ikiye ayırmak çok kolaydır. Pezevenkler ortalıkta pek çoktur. Bir tilki zekâsına sahiptirler. En güçlü olanın yasasından başka bir şeye inanmazlar. Benim gücüm şuramda; yüreğimde. Kollarımdaki güç umurumda değildir. Ama düzenbazlığın gücüne taparlar. Alçakların zekâ dedikleri düzenbazlıktır.”


“BURCU [Esmersoy] TERLETİYOR”muş!

Siz şimdi bırakın Burcu’yu murcuyu! Neymiş, memleketin “sarışın” kadın âşığı “erkeg”lerinin hayal dünyasını, feci diksiyonuyla ve bir sunucunun “olmazsa olmaz”ı; kulak okşayan, pürüzsüz, yumuşak ses tonu bakımından fakir mi fakir, pürtüklü ses rengiyle ekranları işgal eden bir “spor spikeri”, erkekler için üretilmiş vücut deodoranı reklamında sözüm ona “interaktif” şirinlikler yapıp muzır mânâ denizlerinde kulaç attıracak kimi esprilerle “seksi”liğini konuşturuyormuş… Tabii ite kaka, makyajlaya bir kadın ne kadar “seksi spiker” olabilirse, o da o nispette… Burcu Hanım’ın “pablik rileyşıns”ı epey kuvvetli.

NTV’nin “yüzü güzel” sunucu kontenjanındaki Kâmile Burcu Esmersoy, bilindiği gibi 1997’de Japonya’dan “Dostluk Güzeli” unvanıyla döndü memleketimize. Zaten, “ciddi” bir haber kanalında “spiker” olabilmek için ön koşullardan biri, manken olmanız veya güzellik yarışmalarında ne ad altında olursa olsun bir “derece” yapmanızdır. Güzellik yarışmalarından gelip de kendini geliştiren, önemli mesafe kateden bir “spiker” olarak Jülide Ateş’i örnek gösterebiliriz.

Web sitesindeki “Dialog Spikerlik ve Sunuculuk Okulu’nu derece ile bitirdi.” cümlesini okuduğumuzda, sormamız icap ediyor: Ne derecesi bu? Arsen-Can Gürzap ikilisinden “geçer not” alması mucize bu feci diksiyonuyla, Kâmile Burcu Esmersoy’un. Kâzım Akşar ile Yalçın Boratap’dan da kezâ… Elini kolunu, izleyicinin dikkatini dağıtırcasına sallaması, peşinden atlı kovalıyor gibi sözcükleri eze eze haber sunması, denetimsiz jestleri, mimikleriyle, ekranda haber sunacak en son kişi olması gereken Kâmile Burcu Esmersoy’daki karşı konulmaz “cazibe”nin kaynağı nedir, nerededir acaba?

Ancak, Kâmile Burcu Esmersoy gibi sadece “estetik-kozmetik” hususiyetiyle “spiker” olarak istihdam edilen o kadar çok kadınımız kızımız var ki “tematik” kanallarda, berbat telaffuzlarıyla saç baş yolduran… Devir imaj devri! Saçının rengi, giydiği eteğin boyu, kaşını kaldırışı, dekoltesi… “En Fıstık Spor Spikerleri” listesinde yer almasını gururla duyuran Burcu Hanım’ın ASLÎ işinin elindeki haber metnini hatasız, teklemeden, temiz bir diksiyonla okuması gerektiğini hatırlatır, “fıstık”lığın sunuculuğun biricik şartı olmadığını anlaması için BBC, CNN gibi kanalları izlemesini salık veririm. Canını sıkmasın Burcu Hanım. Onun gibi daha pek çok örnek var “fıstık”lık bağlamında ön plana çıkarılan. Televizyon yöneticilerinin “güzel yüz ve vücut” ön koşulu yüzünden, doğru dürüst bir Türkçeyle okunan haberleri ara ki bulasın! Hele hele “açık-kapalı e”den ha babam çakan güzel mi güzel spikerlerimizin baygın bakışlarıyla, kıvrılan dudaklarıyla idare etmemiz istenmiyor mu…

Gelelim beni terleten “Burcu Terletiyor” faslına… Nasıl mı terletiyor? Hayallere sınır yok! Acaba? Yok canım, tabii ki “kazık” futbol sorularıyla terletiyor, bilgisayar başındaki erkek hayranlarını… Tam da, dile getirmeye çalıştığım duruma uygun bir soru cümlesindeki yazım yanlışı Burcu Hanım’a o kadar yakışmış ki, bu kadar olur yani!

İtaf” ne demek?! Doğrusu “ithaf”tır ve Arapçadır. Birine armağan etme, o kişinin adına sunma, anlamında kullanılır. Mor ve Ötesi de mi dinlemediniz, ey soruları hazırlayan ve yazdıran yazı grubu? Yalapşap işler! Mühim olan Burcu Esmersoy’un mini eteği, epilasyonlu bacakları, soru sorarken yazılan sorulara yedirilen buzzz espricikleri jestleriyle, mimikleriyle nasıl verdiği değil mi? YouTube’un “search” kutusuna “Burcu bacaklar” yazılsın ve ekranlar salyalarla sıvansın değil mi? Vasatiyet, sakillik egemen her şeye! “Çok kötü”, “kötü”, “berbat”, “rezil” işler içinden “vasat” olanına “fevkaladenin fevkinde” numarası çekilmektedir artık!

Ortalamanın üstündeki diksiyonu, okuduğu metne hâkimiyeti, soru sorabilme becerisi, ölçülü jest ve mimikleriyle tüm “manken/model” kaynaklı “spiker”lerin dikkatle izlemesi gereken bir isim var TRT Türk’te: Ayşe Süberker. O da çok iyi değil ama manken-model kaynaklı “spiker”lere bakarsak, ehven-i şer sayılır. O, “fıstık” kategorisinde olmayabilir. Kimi “erkeg”ler için çekici gelebilecek farklı bir havası olduğu söylenebilir. Hepsinden önemlisi, elindeki metni “içselleştirmiş” haliyle bile seyredilmeye değer. Kâmile Burcu Esmersoy ve ekürilerine Ayşe Süberker’i izlemelerini öneririm.

Tüm bu hengâme arasında Seferis’den bahsedemedim. 1900’de Urla’da dünyaya gelen Yunan Edebiyatının önemli şairi, 1963 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Yorgo Seferis, 1 Temmuz 1950’de, Ankara’da Yunanistan Büyükelçiliği’nde görevliyken, 1. Dünya Savaşı’ndan beri göremediği İzmir’e gelmişti.

Yorgo Seferis’in ilkgençlik yıllarını geçirdiği ev, restore edildikten sonra, “butik otel” anlayışıyla halka hizmet veriyor şu anda. Bunu biliyor muydunuz? Fazla söze gerek yok. “Yorgo Seferis RESIDENCE“a seferimiz var hanımefendiler, beyefendiler…

Not: Gördüğüm kadarıyla, son aylarda arama motorlarında harıl harıl “Ayşe Süberker”e dair bilgi/görsel/video aranır oldu. “Tematik” televizyon kanallarının “entel-alımlı-bakımlı” spikerlerini gözleri kan çanağı halde takip edenlerin ve hayal dünyalarına belli bir kalite katmak isteyenlerin favori “ekran güzeli” modeli de, TRT’ye “dışarıdan” katkı sağlayanlardan Ayşe Hanım. Bu arada; İlber Ortaylı’dan “fırça” yiyen Gümüş Hilal’in sunucusu Buket Aydın da hatırı sayılır bir hayran kitlesine ulaşacağa benziyor. A. Süberker’in her yerde tesadüf edemeyeceğiniz yukarıdaki görselini muhterem zevata sunuyorum, canım epey sıkkın halde. İdareli bakınız.


24 Haziran 2010 – Nev’î ile Hemingway

Asıl adı Yahya olan XVI. yüzyıl Osmanlı şairi Nev’î (Malkaralı Nev’î) 24 Haziran 1599’da öldü.

çün mihr-i kemāl bende tābān
sen görmesen ermez ana noksān

hurşidi egerçi görmedi būm
hurşid degül cihānda mezmūm

sanma beni murg-ı āşiyānam
ben gevher-i kān-ı lā-mekānam

362 yıl sonra, ABD’li edebiyatçı Ernst Hemingway intihar etti.


“AŞK-I MEMNU”CULAR FENA KANDIRILDINIZ!

Önce yazarının isminden başlayalım: Servet-i Fünun Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Halit Ziya Uşaklıgil’in adı, sokak köpekleri için kullanılan “it” telaffuzuyla okunmaz!

“Ha:lit” diye okunur. 1897-98 arasında Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan Aşk-ı Memnu, Türk romancılığının kavşak noktalarındandır. Adaşı Halit Refiğ tarafından TRT için çekilen dizi, dönem atmosferini görece daha tutarlı, başarılı bir şekilde görselleştirmişti. Adı üzerinde; “adaptasyon”. Ancak, şu an televizyon ekranlarından taşan “şey” Aşk-ı Memnu’nun ruhuna değil yaklaşmak, uzağından bile geçemiyor.

Romana sadık kalıp bir dizi çekmek zordur. Bu zorluğun törpülendiği yerler olabilir ama temel alınan bir eseri bambaşka bir şeye dönüştürmek… Bu olmaz işte! Roman uyarlaması ciddi bir iştir. Şıpınişi yazılıp çekilemez! Romanın anlattığı tarihsel dönem, buna bağlı olan kurgu tamamen çöpe atılmış ve ortaya sıradanın sıradanı, bir burjuva (esasında “sonradan görme” demek daha doğru) ailesindeki aşk meşk, aldatma, entrika hikâyesi çıkmış. Yazık.

Google’dan “aşkı memnunun son bölümü”nü arattıranlar, sözüm size! Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (kim diye sormayın, onu da arattırın lütfen) şu sözlerine dikkat edin:  “Sadece realist teknik ve psikoloji itibariyle bakılırsa, her zaman mükemmel sayılabilecek bir eser.” Edebiyat eleştirmenleri de, Bihter’i Gustave Flaubert’in Madam Bovary’si ile Lev Tolstoy’un Anna Karenina’sıyla kıyaslar, “son”u itibariyle. Evet, dizinin değil, romanın sonunda Bihter intihar ediyor! Elinde de “ayfon” yok!

Roman o kadar boyutludur ki, o kadar iyi bir dönem panoraması ve saptamaları vardır ki, Firdevs Hanım, Bihter ve Peyker, Tanzimat sonrasının “alafranga” yaşamını temsil eden bir rolde çıkar karşımıza. Adnan Bey’le temsil edilen ise geleneksel değerlere bağlı, Batılı yaşam biçimine uyum gösteren üst sınıf bir Osmanlı ailesidir. Üstat Halit Ziya Uşaklıgil, romanını karşıtlıklar, çelişkiler ekseninde kurup geliştirirken Batı-Doğu kıyasını yarattığı karakterler aracılığıyla vermiştir. Kuru kuruya bir “yasak aşk” dizisi olarak “uyarlama” yapmak romana, yazarına düpedüz hakarettir. Tekrarlayayım: Bir romanı adapte etmek demek, bire bir romanı perdeye/ekrana getirmek değildir. Ne var ki, Aşk-ı Memnu sıradan bir “yasak aşk” romanı da değildir!

Romanda anlatılan, altı çizilen kavramlara bakalım: Batılılaşma, alaturka-alafranga hayat, toplumsal değişim, sınıfsal farklar… “Melih Bey-Adnan Bey” karşıtlığında verilir bu sınıfsal fark… Adnan Bey ile Firdevs Hanım’ın oturdukları köşk arasında ne fark var? Sponsor şirket sağ olsun! Hepsi aynı lüks içinde yaşıyor. Ebeveyn banyosu, yaşam alanları, bir ihtişam bir modernlik sormayın gitsin! E, o zaman nerede kaldı bu sınıfsal fark?! Behlül’ün “alafranga” hayatın getireceklerini işaret eden “Şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir valide ile şık bir hemşire! Bütün şık! Biz de Melih Bey takımından oluyoruz.” sözleri dizide yerini bulmazken, Kıvanç Tatlıtuğ’un acemi oyunculuğuyla (Kenan İmirzalıoğlu da zamanla düzeldi. Onun “oyuncu koçu”na başvurabilir.) temsil edilen Behlül Bey, “marka” kıyafetlerle, “ayfon”larla, “spor” otomobillerle gezip tozarken, bu diziye “Aşk-ı Memnu” demek çok büyük bir terbiyesizliktir.

Halit Ziya’nın muhteşem “ruh tahlilleri”nin tadına varmak şöyle dursun, Bihter’in, Nihal’in en küçük ruhsal değişikliğinin kenarından köşesinden dahi geçemiyoruz! Yıldızın parlasın diye dizi ve reklam (deodoran, cips) sektörüne hızlı bir giriş yapan Beren Hanım’a ödenen paralara dudaklarımızın uçuklaması yetmeyebilir! Acun Bey’in 2.6 milyonluk vergi beyanını, bu gidişle Beren Hanım tarihe gömecek güle oynaya! Onun oyunculuğu da tatmin edici olmaktan uzak. Ortalıkta oyuncu kıtlığı var. Bu kesin. Bu kıtlığın minik örneği olarak şu reklamlara dikkat edin: Garanti Destek ile Binnur Kaya’lı Haber Türk reklamlarındaki “haber spikeri” aynı kişi! Pes! Dediğim gibi, reklam piyasasında “casting” sıkıntısı had safhada. Vakit geçirmeden bir reklam ajansına 20 TL ödeyin ve boy-portre fotoğrafınızla kataloglara girmeye bakın. Neyse.

Bihter’in çapraşık ruh dönüşümlerini, içindeki ruhî çalkantıları anlamlandırabilmek, anlamak ne mümkün! Bir kere dizinin “müziği” buna en büyük engel! Oyuncuların rol kesmelerini yeterli bulmayanlar, ruh hallerine tercüman olduklarını zannettiği iç bayıcı müziği görüntülerin üzerine boca ediveriyorlar! Vaziyet tam bir facia!

Karakterler sığ, dönem atmosferi sıfır, oyunculuk, yönetim kötü. Neymiş, “Halit Ziya Uşaklıgil’in ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu”ymuş! Sizi bilemem ama benim karnım tok bu dibi tutmuş yemeklere!

“Aşk-ı Memnu”cular fena kandırıldınız! Nihal, mürebbiyesinin gidişiyle iyice yalnız kalmıştır. Sevilmeye muhtaçtır Nihal ve… Behlül’ü bir arkadaş/kardeş gibi seven Nihal, Behlül’ün Bihter’den sıkılıp uzaklaşması ve Nihal’e biraz yaklaşmasıyla… Bırakıverir kendini… Yalnızlığına merhem olarak görür Behlül’ü… Ta başından Behlül’e âşık değildir yani Nihal!

“Aşk-ı Memnu”cular fena kandırıldınız! Romanı adapte etmediler! Romanı ters yüz ettiler! Tüm bunları yapacaksanız, kuru kuruya bir “yasak aşk”a endeksleyecekseniz diziyi, ne demeye kandırdınız insanları Halit Ziya Uşaklıgil diye, Aşk-ı Memnu diye? Zenginler arasında, köşklerde oturup son model ciplerle, otomobillerle gezen, aşçı, uşak, mürebbiye istihdam eden sözde “burjuva” mensubu bir aile içi “yasak aşk” hikâyesi neyinize yetmedi? Niçin Halit Ziya Uşaklıgil’i ve “ölümsüz eseri Aşk-ı Memnu”yu sömürdünüz, niçin?

Bu dizinin senaryo yazarlarına İsmail Cem adına bir de ödül verildi ya… Yazıklar olsun! Hâla “yasak aşk” dizisinin sonunu merak ediyor musunuz? Buyrun, o da burada: https://adnanalgin.wordpress.com/2010/05/20/ask-i-memnunun-son-bolumu/


Siz Pelin Batu’yu bırakın da “haber”inize bakın!

“Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da / Baharda bir gece tambûru dinle Çamlıca’da”

Yahya Kemal Beyatlı

Tabii, sizler; yani “İnternet Gazeteciliği” yapanlar, kemençeyi de bilmiyorsunuzdur büyük ihtimalle. Yahya Kemal’i duyduğunuz da meçhul!

“Tambur”u (Arapça “tanbur”, Farsça “tenbur) “ud” ile karıştıranların, “tambur”u “ud”dan ayıramayanların (“gazeteci”, “muhabir” demek iltifattır) Pelin Batu’ya laf etmeye hakları olamaz! Tam bir “Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci? / Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten” durumu! Merak eden olursa, dizeler Ülkü Tamer’in… Hele hele mal bulmuş Mağribi gibi Pelin Batu’yla dalga geçmeye, kafa bulmaya çalışmak, “tambur”u tanımayan, kendi kültürüne “ecnebi” adamların yapacağı en son şey olacaktır! Bu kadar cehalete PES doğrusu! Arzu edenler “YUH” da diyebilir.

Google hazretlerine “Pelin Batu kedi” yazın ve ilk beş-on haber sitesine bir bakın. Hepsinde aşağı yukarı şunlar yazıyor. Artık kim yazdıysa… (Allah yazdıysa bozsun!) “Habertürk ekranlarında yayınlanan Tarihin Arka Odası’nda olaysız bir hafta geçmiyor. Programa bu kez de canlı yayında stüdyoya giren kedi damgasını vurdu. Pelin Batu, yayın sırasında stüdyoya giren kediyi farketti. Kediyi “Pisiii” diyerek stüdyoda aramaya başlayan Batu, yayına yine renk kattı! Batu, kediyi ararken Murat Bardakçı da canlı müzik yapmaya başladı.

Bu arda kediyi ”Pisi…” diye bağırarak aramasını duyan Bardakçı ve Afyoncu gülme krizine girdi. Murat Bardakçı’nın ud çalarken aradığı kediyi bulan Pelin Batu stüdyoya getirdi. Herkesin ilgi odağı olan kedi, Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu’nun diline dolandı. Bardakçı ise gülmekten ud çalmasını zor tamamladı.”

Bu “haber”i yazan her kimse, hayatında hiç “ud” görmemiş olmalı. Bre hayatında ud ve tambur görmemişler, peki Coşkun Sabah’tan da mı habersizsiniz? Murat Bardakçı’ya “ud” çaldıran cahillere sorayım o zaman: Metin Şentürk ne çalıyor? Akustik gitar mı?

“İnternet Gazeteciliği” (?!) yerlerde sürünüyor. Buna anlı şanlı “büyük” gazetelerimizin İnternet yayınları da dahil. Temel dilbilgisi kurallarından habersiz bu insanlar, nasıl olur da “haber” yazma cüreti gösterir? Amaç “haber” vermek olmayınca, her türlü şaklabanlık, cehalet olağan hale geliyor. Maksat “sansasyon” olsun!

“Tambur”u “ud yapmak yetmemiş. Pelin Batu, Tarihin Arka Odası’nda kedi kovalamışmış! Allah habere bak be! Bunu haber diye yazanlar, “kovalamak” fiilinden de habersiz işin kötüsü! Tam bir rezalet! Pelin Batu’nun kendi kültürüne, geleneğine “ecnebi” halini yazacaktım ama “İnternet Gazeteciliği” yapmaya kalkışan beceriksizlerin cehaletlerinin “facia” mertebesindeki halleri yüzünden Pelin Hanım’ın “ecnebi”liğine değinemedim. Daha sonra inşallah…


“Aşk-ı Memnu”nun son bölümü!

“Geceler”deki ünlüler, elinde tuttuğu mikrofonu, omzundaki kamerasını özel hayatına sokmaya çalışanlara şaşmaz bir şekilde “arkadaşlar” ve “çocuklar” diye hitap eder. İşte bu “çocuklar” ve “arkadaşlar”, bardan, gece kulübünden koşar adım otomobillerine seyirten ünlü simalara uzatırlar mikrofonlarını ve halkın merakla, heyacanla izlediği dizilerde canlandırdıkları karakter hakkında sorular sormaya çalışırlar çoğu kez. 

Omuz kamerasının ışıklarından kaçmaya çalışırken, yılların tiyatro oyuncusu Selçuk Yöntem de bu sorulardan payına düşeni alanlardan: “Efendim, peki Adnan Bey, Bihter’e ne yapacak, Bihter Hanım’la arası düzelecek mi? Behlül’e ne olacak?”

Selçuk Yöntem’e, bunlara benzer pek çok soru sormaya çalışıyordu acar magazin muhabirleri gecenin ilerlemiş saatlerinde. O da, “çocuklar” diyerek, sorulara cevap vermeden uzaklaşmaya çalışıyordu. Oysa o “çocuklar”, Hâlid Ziya Uşaklıgil’in romanını yıllar önce okumuş olmalıydılar. Tıpkı, “Ayy! Kız, Aşk-ı Memnu’nun romanı çıkmış…” diyen kızlarımız, kadınlarımız gibi… Hanımın Çiftliği’nin de, Samanyolu’nun da, Yaprak Dökümü’nün de kitapları çoktan çıktı!

Kadınlarımızı ekran başına mıhlayan ve Aşk-ı Memnu’yla uzaktan yakından ilgisi olmayan bu “Yasak Aşk” adlı televizyon dizisindeki karakterlerin sonlarını yazarak, vatana millete bir hayrım dokunsun istedim âhir ömrümde!

Bihter kızımızın sonu: Biricik kocası Adnan Bey’in (ah adaşım, vah adaşım!), Behlül’le olan ilişkisini öğrendiği Bihter, kocasının beylik tabancasını şakağına yastık koymadan dayama cesaretini gösterir ve Hakk’ın rahmetine kavuşur. Kulağımıza Pınar Altuğ’un, “Yıldızın parlasın!” cümlesi çalınır ne hikmetse!

Son model otomobilinin direksiyonunu tokatlayarak sinir krizi geçiren Behlül oğlumuzun sonu: Yengesiyle olan ilişkisi su yüzüne çıkınca, ortalıktan “yengen” oluverir. Kayıp ilanı verilir ama o, sinir krizi geçirdiği kareleri hatırlayarak, kimselerin yüzüne bakamayacak kadar utanç içindedir. Hollywood’un yolunu tutup Jack Nicholson’dan oyunculuk dersleri almaya karar vermiştir.

Adnan Bey’in sonu: Behlül’ün, Bihter’in göbeğinde erittiği “bitter çikolata”larla ziyafet çektiğini öğrenmesiyle çılgına döner Adnan Bey! Harıl harıl Bihter’i arar. Google, Facebook, Twitter… Hiçbir yerde bulamaz. İyice delirir. “Residence”ın tüm ebeveyn odalarını, teraslarını, dinlenme mekânlarını hallaç pamuğu gibi atar. Bihter, Adnan Bey’in beylik tabancasını çoktan eline almıştır oysa. Kader ağlarını nasıl örse beğenirsiniz? “Beyenen”ler, bir zahmet “beğenmeyi” öğrensinler lütfen. Neyse. Silahın tozunu siler, yağlar altıpatları… Tetiği de çekecek kadar gücü vardır. Çeker de…

Sokerde çalmaz o anda. Hüzünlü dizi müziği akıtılır gönüllere… “Raiting” tavan yapacaktır artık! Reklamlar girer hemen! İntiharın günah olup olmadığı üzerine sorular hazırlanmıştır. Zekeriya Beyaz’ın fikri alınır. Bir de, Beren Hanım’ın ne düşündüğü sorulur. Hüzün de, “raiting” de tavana vurmuştur artık!  Baygınlık geçiren Nihal ile babası Adnan Bey, bundan sonra artık sadece birbirleri için yaşayacaklardır. Hayat üç günlüktür, tornistan dizi(ler) ise sür Allah sür… Bitsindir artık bu dizi(ler)! Nihayet biter de…

Has okurlar için tavsiye:

Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, Selim İleri

Mai ve Siyah, Hâlid Ziya Uşaklıgil, Özgür Yayınları