Tag Archives: Toplum

Şahtım şahbaz oldum veya “Suzan” değil, “Suzanne”!

On gün olmuş yazmayalı. “Zona herpes zoster” teşhisi konulalı da bir hafta olacak. Zorunlu yatak istirahatine eşlik eden irikıyım haplarla, “bol sıvı” alımıyla geçen günler ve geceler boyu Muhibbî mahlasıyla şiirler döktüren “muhteşem” padişahımızın “sıhhat” üzerine o veciz sözünü andım durdum. “Kırık Potkal”ımızı okuma teveccühü gösteren samimi takipçilerimize “son durum”umuzu buradan iletelim hiç değilse. “Anti sosyal medya”nın neferiyiz ya! Birkaç güne kalmaz “iş hayatı” denen dev labirentin koridorlarında peynir avına çıkacağız tekrar.

Zorunlu yatak istirahatimin son günlerine gelmiş bulunuyorum. Kitap okumayı çok iste(r)dim ama bendenizi “şahbaz”a dönüştüren haylaz kırmızı benekler, “yatak çekmesi” adı verilen o tuhaf uyuşuk ruh hali buna müsaade etmedi. Yeni yeni klavyeye dokunabiliyorum, özel televizyon kanallarımızın “gündüz kuşakları”na göz gezdirebiliyorum. Memleketin hali perişan. Halkımızın tek derdi ve neredeyse tek ortak gayeleri; paralı, arabalı, evi olan bir kadın/erkek bulup geleceğini garantiye almak… Hande Ataizi’nden tut Songül Karlı’ya, Esra Erol’dan tut Zuhal Topal’a varana dek, kadınlarımız ve erkeklerimiz “evlilik programı” adı altındaki utanılası kumpanyada boy gösteriyorlar. Kimi çok serbest, kimi sıkılgan, kimi düpedüz kafayı yemiş… Hepsinin bir başka ortak noktası ise 50 kelimelik Türkçe dağarcıklarıyla müstakbel eş adaylarıyla iletişim kurmayı becerememeleri. Ne kadar hazin. Ne zaman “hazin” kelimesini yazsam, Yeşilçam’ın abidevî karakterlerinden Sami Hazinses beliriverir gözlerimin önünde. Neyse. Genci de bir orta yaşlısı da, yaşlısı da… Derli toplu, başı sonu belli birkaç cümle kurup meramını muhatabına (“muhattap” değil!) nakledemedikten sonra evlensen kaç yazar! Bu hazin manzarayı seyreyledikten sonra, 13 Haziran’ı hiç mi hiç merak etmiyorum. Her gece seçmenin ve seçimin nabzını tuttuğunu ilan eden televizyon programlarına kilitlenen varsa, hiç elektrik sarfiyatında bulunmasınlar, Gorki’nin “Küçük Burjuvalar” adlı kitabını/oyununu okusunlar.

Şahlıktan şahbazlığa terfi ettiğim günlerde (kahrolası suratımın farklı nahiyelerinde 8 adet kırmızı benek tespit ettim), büyük gazetelerimizin “kanaat önderi” yazarlarına da bakayım dedim. O da ne?! Hac yollarında, Nişantaşı Bölge Sorumlusu görevini de bihakkın ifa eden Ahmet  Hakan ile gördüğümüz “Elveda Başkaldırı“nın azimli şahsiyeti Ertuğrul Özkök, Melissa P’nin maceralarıyla yetinememiş olacak ki, yurtdışında şu sıralar pek popüler bir “erotik-macera” kitabını pazarlamaya girişmiş 29 Mayıs’ta, Serdar Turgut’u bile aratan tatsız tuzsuz üslubuyla.

İngiltere’de “The Butcher, The Baker, The Candlestick Maker: An Erotic Memoir” adıyla “bestseller” olan bu kitabın müşterileri “Sex & The City“nin, Ayşe Arman’ın müdavimleri ile Melissa P’nin fırça darbeleriyle mayışan “fırçana bayıldım boyacı” ekolününün temsilcileri olabilir. Ele aldığı bu konuyla/kitapla çok “ayrıksı”, çok “farklı” bir “kanaat önderi” portresi çizdiğini zanneden Bay Özkök’ün, Ziya Osman Saba’nın “Sebil ve Güvercinler”ini veya “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi“ni tavsiye etmesini ummak, Uma Thurman’ın çiğ köftecilerin istilasına uğrayan Kızıltoprak’ta yılların Gakkoş Usta’sının dillere destan çiğ köftesi ile Çiğköftem’in çiğ köftesini mukayese etmek için o dükkândan bu dükkâna “dürüm test” yaptığına şahit olmakla eşdeğerdir!

Bay Özkök, çok acayip, çok tahrik edici, çok ses getirici bir konu yakalamanın sarhoşluğundan olsa gerek, “Suzanne Portnoy”un adını, bizim makyöz-şarkıcı Suzan Kardeş’in adıyla aynı sanıyor olmalı ki, şöyle yazmış: “Adı Suzan Portnoy. Fark ettiniz mi, soyadı biraz tuhaf…” İlahi Ertuğrul Bey, siz “maceracı” hanımın adındaki tuhaflığı fark ettiniz mi peki? “Suzan” değil, “Suzanne”! “Portnoy”dan “porno” sözcüğü çıkıyor ya, Ertuğrul Bey bu işe pek keyiflenmiş. “Toy”u da, “port”u da gördüm tabii. “Kasap, Fırıncı, Şamdancı”nın şahidi şıracı değil, Ertuğrul Özkök.

Şahtım şahbaz oldum, iyi mi? Seda Sayan ablamızdan öğrendiğime göre, bu sene “puantiyeli elbiseler moda”ymış. Benimkiler suratımda ama o kadar kusur olsun! “Küçük Burjuvalar“daki Teteryov’a verelim son sözü: “İnsanları salaklar ve pezevenkler olarak ikiye ayırmak çok kolaydır. Pezevenkler ortalıkta pek çoktur. Bir tilki zekâsına sahiptirler. En güçlü olanın yasasından başka bir şeye inanmazlar. Benim gücüm şuramda; yüreğimde. Kollarımdaki güç umurumda değildir. Ama düzenbazlığın gücüne taparlar. Alçakların zekâ dedikleri düzenbazlıktır.”


Ben Lugano’nun ahlaklısını severim!

17 Nisan 2011’de, Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda oynanan Fenerbahçe-Gaziantepspor karşılaşmasının 47. dakikasında, Lugano’nun çimlerde yüzükoyun yatan Gaziantep’in Brezilyalı oyuncusu Wagner’in sol ayağına bile bile bastığı ânın yavaşlatılmış karelerini görünce, istemeye istemeye bir “futbol yazısı” yazmaya karar verdim.

Gazi Mustafa Kemal’in, hemen hemen her spor tesisinde bulunan “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.” vecizesi, Fenerbahçe’nin Dereağzı tesislerinde de yer almaktadır. Birileri Lugano adlı sporcuyu (?!) kolundan tuttuğu gibi, Fenerbahçe’nin Dereağzı tesislerine götürmeli ve Gazi Mustafa Kemal’in bu sözünün barındırdığı anlamı iyice, kafasına vura vura anlatmalı kendisine.

Ersin Düzen ile Sergen Yalçın’ın tekrar tekrar ekrana getirilen bu pozisyona dair yorumları, şampiyonluk yarışındaki FB taraftarlarını kızdırmamalı. Diego Alfredo Lugano Moreno’nun, ekmeğini futboldan çıkaran meslektaşının futbol hayatını karartabilecek bu vahşi (söylemekten çekinmeyelim), bu ahlaksız, bu spor ahlakına sığmayan eylemini görünce 1984’ün babası George Orwell’ın sözlerini hatırladım: “Dünyada zaten yeterince gerçek çatışma nedeni var: Genç insanları çılgına dönmüş seyircilerin ulumaları arasında birbirlerinin dizlerine tekme atmaya teşvik ederek bunları daha da artırmaya hiç ihtiyacımız yok.”

Maçın hakemi Hüseyin Göçek, gözleri önünde cereyan eden bu insanlık dışı eylemi layıkıyla cezalandıramamasının hesabını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bile veremeyecektir muhtemelen. Maçın hakemi, Lugano’ya gösterdiği sarı kartı cebine koyarken, spor ahlakının yüzü kızarıyordu…

“Sporun Balzac”ı İslam Çupi, Fenerbahçeli Lugano’nun müteaddit kereler spor ahlakıyla ve sporcu centilmenliğiyle bağdaşmayan hareketlerine şahit olsaydı ne yazardı acaba o eşsiz, o leziz üslubuyla?..


“N. Ç.”lere toplu tecavüzün Aref’esindeyiz!

13 Ekim 2010’daki “N. Ç. ile ‘aşkı memnunun sexs bölümleri’!” başlıklı yazımda şunları yazmıştım: “Gözünüz aydın kadın bedeninden arsızca nemalanan, acemice çekilmiş “sexs” sahnelerinden medet uman, reklam pastasının başında otağ kurmuş, sağındakini solundakini dirsekleyerek cukkasını doldurmak için her tür ahlakî değeri paramparça eden şanlı özel televizyon kanalları! Bu da oldu işte! Şu fakir, şu garip, şu kuş uçmaz kervan geçmez zavallı blog’um, “aşkı memnunun sexs bölümleri” yazanlarla doldu! (…) Beren Saat adlı ‘televizyon kahramanı’ kızın tecavüze uğrayan kız rolü kestiği derme çatma diziyi cümle âlemin gözüne gözüne, beynine beynine soktunuz! Dergilerinizle, gazetelerinizle, s’anal dünyanın iteklemesiyle ‘tecavüz’ anketleri düzenlediniz! (…)

N. Ç.’nin tecavüz davasını unuttunuz. N. Ç.’nin delik deşik ruhunu dağladınız utanmadan, yılışarak, ‘raiting chart’larını okşayarak, apış arasında dolaşan elleri teker teker sıvazlayarak…  12 yaşındaki N.Ç., 2003 yılında, aralarında çok sayıda kamu görevlilerinin de bulunduğu 33 [28] kişinin cinsel istismarına uğramıştı. Mardin’de. Cemil İpekçi’nin defile düzenlediği şehrimizde… ‘Cinsel istismar’ ne soğuk bir söz. Cansız. Bir erkeğin, heteroseksüel bir erkeğin bunu anlaması için bedenine, başka bir bedenin uzantısı girmeli! Zor kullanılarak… Rızası hilafına…

Bu da oldu işte! ‘Aşk’ öldü. “Seks” sanal ve kıymetsiz. Hukukun o meşhur terazisi ise mütecaviz ve yüreksiz.”

İşte o dava neticelendi, tüm Türkiye’nin konuştuğu (hep böyle olur zaten!), “mükemmel Türkçe”siyle de dikkat çeken, İranlı amatör bir illüzyonistin (“zihinbaz”mış kendi ifadesiyle) “yetenek”lerini sergilediği cafcaflı kumpanyanın dumanı tüttürülürken, biliyor muydunuz? O numaranın “original”ını sitelerine yükleyen haber kanallarının, yine o numaranın “sırrını” açık eden haberlerinin arasında “N. Ç.”nin davası kaynadı gitti. Bir akıl tutulmasıdır artık bu yaşanan, en okkalısından…

“N. Ç.” şimdi 19 yaşında. 7 yıl sonra “gerekçeli karar”da şunlar yazıyor, Aref’in gözbağcılığına kilitlenen Metin And’ı bilmez balık hafızalı ey halkım: “N.Ç.’nin rızası vardı, para kazanmak için yaptı”, “Her şeyin farkındaydı, zorla alıkonulmadı”, “Cebir ve baskı yok, isteseydi karşı koyabilirdi”

“Fiili livata”ya razı olan, rıza gösteren (?!) 12 yaşındaki N.Ç. şimdi 19 yaşında. Aref adlı bir “yetenek”in “kader”ini değiştirmesini nasıl da isterdi N. Ç. kardeşim!

“Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi, N.Ç.’ye bir kez tecavüz eden 13 sanığı, 15 yaşından küçük çocuğun ırzına geçtikleri gerekçesiyle, alt sınırdan 5 yıl hapisle cezalandırmıştı. Mahkeme, sanıkların cezalarından 6’da 1 oranında iyi hal indirimi yaparak, cezayı 4 yıl 2 aya düşürmüştü. Mahkeme, N.Ç.’ye birden çok defa tecavüz eden 11 sanığa ise 5 yıl 10 ay vermiş ve yine iyi hal indirimi ile cezayı 4 yıl 10 aya düşürmüştü. 18 yaşından küçük bir sanığa 3 yıl 2 ay ceza veren mahkeme, bir sanığı ise eyleminin teşebbüs aşamasında kalması nedeniyle 1 yıl 4 aya mahkum etmişti. Bütün sanıklara iyi hal indirimi uygulayan mahkeme N.Ç.’yi pazarlayan ve kendileri de fuhuş yapan T.T. ve E.A. isimli iki kadına ise alt sınırdan değil, alt sınırın 1 yıl üzerinde 6 yıl ceza vermiş, daha sonra bu cezayı suçun birden çok kez işlenmesi nedeniyle 9 yıla çıkarmıştı. Mahkeme bu iki kadına iyi hal indirimi de yapmamıştı.” (*gazete5.com)

Bir yanda 7 yıl önceki tecavüz travmasına rağmen hayata asılan, ne var ki son nefesini verene dek kolay kolay ruhundan, bedeninden kazıyamayacağı büyük tecavüz yarasıyla yaşamak zorunda kalan genç bir insan, bir yanda “reklamcı-şarkıcı-yapımcı” jürinin kâh ayağa kalkarak kâh oturarak alkış tuttuğu İranlı genç bir illüzyonist eliyle estirilen sun’i kasırga, bir yanda “dekolteliye tecavüz”e cevaz veren ilahiyat profesörü ve ona omuz veren muhafazakâr kesimin “kanaat önderi” Ali Bulaç, bir yanda da bu enfes “gündem” maddelerinden ateşli tartışma programları üreten “tematik” televizyon kanalları…

Yılların, estetik cerrahi marifetiyle bir türlü eskitemediği “süperstar”ı Ajda Pekkan, enteresan röportajlar vermeye gayret gösterdiği yıllarda şöyle demişti mealen: “Bir erkeğin beni elde etmesi için, beynimden iğfal etmesi gerekir.”

Bütün Türkiye’nin iğfal edildiği bir devri görmek de varmış KADERde, Sayın Pekkan!



Reklam meklam: Coffee-mate, nerede nezaket?

İlkokul talebesiyken hem ailemizden hem “hayat bilgisi” kitabımızdan hem de mahallemizin büyüklerinden öğrenirdik “görgü kuralları”nı. Belediye otobüslerinde büyüklere yer verilmesi gerektiğini, yaşlı bir amcanın veya teyzenin elinde birkaç file, torba (o zamanlar “poşet” yoktu!) varsa, elindeki yükü hafifletmeyi, yaşlı birisinin karşıdan karşıya geçmekte zorlandığını görünce elinden tutup yardım etmenin sevap olduğunu… Günün birinde bizim de yaşlanacağımızı hep ilkokul çağlarında öğrendik. Kafama kazınmış bir “görgü kuralı” daha vardı: Yaşça bizden büyüklerle konuşurken “sen” denmeyeceğini hep o zamanlarda öğrenmiştik.

Şu günlerde tekrar televizyon ekranlarına avdet eyleyen kahve kreması markası Coffe- mate’in reklamlarına tesadüf edince, okunma sıklığı pek az olan yazımı tekrar servis etmekte fayda mülahaza ettim.

Coffee-mate’i tüketicilerin beynine enjekte etme “görevi” şarkıcı Emre Altuğ’a verildi bildiğiniz gibi. Sokaklarda “blind test”ler yapıyor. Bu süt tozu markasının “bilinirlik” oranlarını artırmak, satın aldırabilmek için, Ülker Caramio ve Clear şampuan tarafından da tercih edilen Emre Altuğ, bu kez de Coffee-mate markalı süt tozunu tüketicilerin beynine nakşetmeye çalışıyor.

Reklam senaryosu gereği sokaktayız. Yaşlı başlı bir çiftimiz var. Emre Bey, bu yaşlı çiftle daha önce tanışmış olmalı ki, ismiyle hitap ediyor. Bankta oturan yaşlı bir amcaya test uygulanıyor. Emre Altuğ’dan seçmeler: “Evveet, Arif Bey amca bir kokla bakalım.”, “Bir de tadına bak bakalım, ne diyeceksin?” Arif Amca, eşine dönüp sorar: “Melek Hanım, neli bu?” Veee… Emre Altuğ’dan, beni zaman tüneline sokup ilkokul günlerime götüren cümle geliyor: “Ben söyleyeyim sana; Nestle Coffe-mate’li!”

Eğer Emre Bey, sokakta rastladıysa bu yaşlı çifte ve reklam senaryosu gereği ilk kez görüyorsa, “sen” diye hitap etmemeliydi, “Arif Bey Amca”ya! Kahvenin kaç türlü içildiğini bilemem ama bizden yaşça büyüklerle konuşurken, hitap ederken “siz” demeyi öğrendik biz büyüklerimizden.

Reklamların geniş kitleleri etki altına alma kudreti, özellikle çocukları ve gençleri etkileme marifeti ve dahi referans alınma durumu ortadayken, “kreatif” ekiplerin bu kabil görgü kurallarını ıskalamaları, teklifsizliğin, samimiyet adı altında yılışıklığa varan diyalogların artışına akıl almaz bir hız verebilir.

Nüfus müdürlüklerinde, noter bürolarında çalışanların, hele hele devlet hastanelerinde her kademeden görevlinin “sen” hitabından rahatsızlık duyuyorsanız, “sizi” çok iyi anlıyorum.


Bu adam deli ya!

“Biraz param olduğunda kitap alırım; para artarsa da yiyecek ve giyecek…” diyen bir adama “deli” gözüyle bakılmaz mı? Ev, otomobil hayali kuranlara selam olsun!

Eee, adamımız 12 Temmuz 1536’da hayata veda eden, Deliliğe Övgü’nün yazarı Desiderius Erasmus olunca iş değişiyor tabii!


Hakiki “Aşk-ı Memnu”dan çekin ellerinizi!

Yatıyoruz kalkıyoruz hâlâ “Aşk-ı Memnu” adıyla yutturulmaya çalışılan, bir burjuva ailesinde cereyan eden “yasak aşk” hikâyesini ve “Finalini” konuşmaya, okumaya, arama motorlarında sörf yapmaya devam ediyoruz. Vaktimiz de çok maşallah!

Bir web sitesi anket düzenlemiş. Alıntılıyorum: “Aşk-ı Memnu’nun Finalini Beğendiniz mi? Dizinin finalinin kitaba bağlı kalınarak yapılması sizi tatmin etti mi?” Tipik bir “nerem doğru ki” durumuyla karşı karşıyayız. Cehaletin bu kaba saba, yılışık, had bilmez hükümranlığı elbet bir gün bitecek. Elbet bir gün “iyi”, “kötü”yü de “vasat”ı da kovacaktır. Ümit etmek masrafsız!

Ağzımızı şimdi bozmayacağız da ne zaman bozacağız? Anladıkları dilden: Be hey cahil cühela takımı, Hizmet gazetesindeki bir makalesinde, üstat Halid Ziya; “Evet, hakikiyyunu hayaliyyuna tercih ederiz.” yazmıştır. Onların senarist olarak, sizlerin de anket düzenleyiciler olarak hayal gücü epey gelişmiş anlaşılan.

“Hakiki” Aşk-ı Memnu’da Bihter, BEHLÜL’ÜN KARŞISINDA İNTİHAR ETMEMİŞTİR! Behlül’ün Nihal’le evlenmesini kendine yediremez, bunu kabul edemez Bihter. Nihal’in, Behlül ile Bihter’in arasında geçen tartışmayı duymasıyla her şey ortaya çıkar. Behlül yalıdan kaçarken, Bihter de kalbine doğrulttuğu silahla intihar eder. Yani, ortada öyle dramatik, arabesk bir “intihar sahnesi” falan yoktur.

Çekin manikürlü ellerinizi! Halid Ziya’yı da Aşk-ı Memnu’yu da rahat bırakın artık!


Ezel, Aşk-ı Memnu, Kurtlar Vadisi, Yaprak Dökümü

“Faşizm, söyleme yasağı değil, söyleme zorunluluğudur. Faşizmin ayırıcı niteliği, insanlara bazı şeyleri söylemeyi yasaklaması değil, onları bazı şeyleri söylemeye zorunlu kılmasıdır. Faşizmde bazı şeyleri söylemek zorunda bırakılırsınız.

1933-45 arası Almanya’da ‘Kahrolsun Hitler’ diye bağırmayı hayatınızla öderdiniz. İçinizden defalarca tekrarlayabilirdiniz elbette. Ancak, milyonlarca insanı asıl zor durumda bırakan, onlara koyan şey ‘Heil Hitler’ diye bağırmak zorunda bırakılmasıydı.”

Roland Barthes (1915-1980)