Kilolarınızı boşverin, soru eklerini dosdoğru (-mi soru eki, kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır) yazın da diliniz dinç kalsın. Değil mi ama?
Tag Archives: Türkçe
Soru ekleriyle başınız “derttemi”, dertte mi?
“Derin Futbol”da sığ Türkçe
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı (Emin Çölaşan gibi “İ.” deyip geçmeyeyim, neme lazım dava mava açar da) İbrahim Melih Gökçek’in oğlu Osman Gökçek’in sahibi olduğu Beyaz TV’nin magazinel isimleri birer birer transfer edip sesini duyurmaya çalıştığını biliyoruz. Seda Sayan, Ece Erken, Davut Güloğlu, İbrahim Tatlıses, Emine Ün, Zühal Topal, Oya Aydoğan, Vatan Şaşmaz, Emel Müftüoğlu, Ahmet Çakar ve… Liberal fikriyatın ele avuca sığmaz haşin, her solcuyu Kemalist zanneden çığırtkan delikanlısı Rasim Ozan Kütahyalı!
Yavuz Seçkin mi Ahmet Çakar’ı taklit ediyor, Ahmet Çakar mı Yavuz Seçkin’in Ahmet Çakar tiplemesini çeşitlendiriyor buna bir türlü karar veremedim ama eski FIFA hakemi Ahmet Çakar’ın “teatral” yönü için ara sıra Beyaz TV’yi seyrediyorum. Pek çok kanalda spor spikerliği yapan Göktuğ Sevinçli de “kıdem kademe” sahibi olup geçmiş Beyaz TV’ye. İyi de, “Derin Futbol”daki Türkçe sığlığı, kısırlığı ne olacak?
“SÜPER LİG START ALDI” nece? Nereden aldı bu “START”ı? Kaça aldı bu “START”ı? Bu “START” tatlı mı? “Start almak” da, tıpkı “sahne almak” gibi bir terbiyesizliktir. Türkçe bilmemek, Türkçeyi kısırlaştırmak demektir. “SÜPER LİG BAŞLADI” yazılsa, ne olur? “Derin Futbol” muhabbetiniz mi sığlaşır, ha, ne olur? O “deriiiiiiin” geyiklerinizin suyu mu çekilir? Kanalın adını “White TV” yapın, olsun bitsin!
“Şaşa”kalma, kalplere vur bir zımba!
“KJ” nedir, bilen var mı? Spikerlerden duymuş olabilirsiniz. Reji ile kulaklık marifetiyle konuşurken “ka je’yi düzeltelim” falan derler. “KJ”; ekranın altında bazen sabit bazen akıp duran alt yazı… “Karakter Jeneratörü” yani. Okunurken “K”, “ka” diye okunur da “J”, “ja” diye okunmaz ne hikmetse!
TRT dahil olmak üzere, istisnasız, o çok afili “tematik” kanalların da “KJ”leri fecidir. TRT’nin “okul”luğu, “ekol”lüğü falan kalmamıştır artık. Hayatımızı kuşatan özensizlik, ciddiyetsizlik tabii ki özel televizyonları da saracaktı. Esasen bu kokuşmuş yapı buralarda üretilir ve ekranlardan kitlelere boca edilir olmuştur. Ah Ünsal Oskay, ruhun şâd olsun! Ünsal Oskay’ın kitaplarını okumayan iletişim şimşirlerinden ne bekleyebiliriz ki? Ne, Fatmagül’ün Suçu Ne‘nin yeni sezonu mu başlamış? Kuzey/Güney yıkılıyor muymuş? Vay anasını be! Peki, Garp Cephesi? Ne “gark”ı lan? Garp, dedik! “Hard” da değil! Hart to Hart vardı bir zamanlar. Ah Stefanie Powers!
Arapça “şâşaa” kelimesini cümle içinde kullanmış mıdır “KJ” operatörümüz? Her neyse. Osman okula başlamış, Aylin öldü mü? Ali n’apıcak kız? Cemile’deki talihe bak be anacım! “Parıltı/lı, parlak” anlamına gelen bu kelime yerine “gösterişli” yazılsa İMKB-100 kaç puan düşerdi? Peki ya, gecelik faiz? Açık deterjan ile açık pirinç fiyatlarını aşağı çeker miydi “şaşaa” yazmak?
Ya ya ya! Şa şa şa! Şâşaa şâşaa çok yaşa!
“Varidik (13 Mart 1962), Yoğidik (24 Ağustos 2011)”
“SATILIK ANLAR. Çok ucuza, az kullanılmış anlar acele satılıktır. Çok acele, çünkü tempus transit gelidum mundus renovatur! Wagner, kalipso, caz sevenlere. Bolivya’dan üç-beş dönüm toprak alıp çiftlik yapmak isteyenlere. Şövalyelere ve silahşörlere. Kaybolmak isteyenlere… Biraz klasik bir hava, biraz da romantizm. Bir parça da şiddet! Afiyet olsun…”
Yeis ile Tabanca, Seyhan Erözçelik
“Şirin Payzın’lan” tek tek basaraktan!
Banu Avar, Can Dündar, Cüneyt Özdemir, Çiğdem Anad, Deniz Arman, Mithat Bereket, Serdar Akinan… Hepsinin ortak özelliği, H. G. Wells’in “The War of the Worlds” adlı eserini müzikal forma taşıyan Jeff Wayne’in akıllardan çıkmayan efsanevî müziğiyle -The Eve of the War, The Coming of Martians- (“intro”daki yaylıların haşmeti zaten felakettir) ve “aman kimselere söz vermeyin” kalıbıyla bir dönem (1985 ve sonrası) ekranları kasıp kavuran “32. Gün”den mezun olmalarıdır. Ara notumuzu düşelim: Nostalji meraklıları için link yazının dibindedir.
Her ne hikmetse, Şirin Payzın’ı da “32. Gün”den mezun zannediyordum. (Niye bu zanna kapıldığımı aşağıda bulacaksınız.) Meslekî geçmişine baktığımda böyle bir bilgiye rastlamadım. Çok kısa ve dahi söz edilmeyecek kadar kısa bir süre “32. Gün”de çalıştığına dair bilgi kırıntısı bulabiliriz belki. Şirin Payzın’ın biyografisine kuşbakışı: Makedonya’dan göç etmiş babasının ailesi, baba gazeteci, Nuri Çolakoğlu baba Nizam Bey’in yanında işe başlıyor, anneannesinin kuzeni büyük teyze Behice Boran, dedesi Kazan doğumlu, annesinin ailesi ise Tatar, demokrat bir aile… Kökler Rusya’ya uzanıyor, başarılı ve şanslı bir gazetecilik geçmişinin temelleri böyle böyle atılıyor.
Şirin Payzın adı gibi. “Frikik” meraklısı, “sarı saçlı spor sipikeri” meraklısı “errkeg”lerin aksiyoner hayal âlemlerinden uzak bir kadın. Fiziksel özelliklerini, kozmetik sektörünün nimetlerini kıyasıya kullanıp kariyeri için basamak yapanlardan değil. Mesleğe başladığı ilk yıllarda, hani nasıl desem, avurtları çökmüştü. Şimdilerde ise yanakları daha bir dolgun. Her neyse, bu tip “magazinel, estetik” yönler aslî konumuzun çok dışında.
Benzerlerine göre iyi bir röportajcı-gazeteci denilebilir. Ancaaaak… Konuşurken, Mehmet Ali Birand’ın alametifarikası olan “başbakanlan”, “Mithat Bereket’len” gibi eklemeli Türkçesiyle canımı fena halde sıkıyor ve var olan şirinliği bir çırpıda uçup gidiveriyor. Şirin Payzın’ın, M. A. Birand’ın “32. Gün”ünde çalıştığını düşünmeme yol açan husus, onun bu berbat telaffuzuymuş işte! M. A. Birand tedavi olmadı gitti ama Şirin Hanım’ın bu hastalığını düzeltme imkânı var. Bu hastalığına bir çare bulmalı. CNN Türk yönetimi gereken desteği sağlayacaktır hiç şüphesiz.
Türkçede “enstrümantal” ek “-n” ekidir. Şirin Hanım’dan “realiteylen”, “yanlışlıklan”, “Fener’len” diye bir “şey” duymanız mümkündür. Mehmet Ali Birand’a çekmek ne fena, onu örnek almak da… “İle” sözcüğü zaten ekleşmiş, “araç” halini almış, daha neyi nereye ekliyorsunuz Allah aşkına? Olacak iş değil! “-La/le” eki bu işi layıkıyla yapıyor üstelik. Yetmezmiş gibi “onunlan”, “bununlan” vs. Özel kanallara spikerlik eğitimi veren belli başlı şirketlerde, çok kıymetli spiker hocaları var. Utanmayın, gidin, eksiklerinizi tamamlayın. “Öğreten adam” rolünü hiç sevmememe rağmen, beni buna mecbur edip “Altın Ahududu Ödülleri”nde aday adaylığına zorluyorsunuz. Son kez: “Özelliklen” değil Şirin Payzın Hanım, “özellikle” diyeceksiniz. Bu dil haylazlığınıza bir çare bulun lütfen.
Bilebildiğim kadarıylan yazmaya çalıştım. Sevdiğiniz bir arkadaşınızlan Can-Arsen Gürzap çiftinin ders verdiği spikerlik kursunun yolunu tutun tez vakitte olmaz mı?
Not 1: Şirin Hanım, 21 Ekim’deki programında, hiç de “şirin” olmayan bir şekilde -hâlâ- “ETA’ylan” metaylan gibi garip telaffuzlarıyla mesleğini de, seyircileri(ni) de ciddiye almadığını -inatla- göstermeye devam ediyordu.
Not 2: İşbu yazı M. Ali Birand’ın vefatından önce yazılmıştır.
http://www.youtube.com/watch?v=tFfZFvvuXWc
Not 3: 14 Ekim 2014 tarihindeki NO (Neler Oluyor?) adlı programında hâlâ “Haykoy’lan” (Hayko Bağdat) diyordu!
Ama illet oluyorum Milliyet!
Altta gördüğünüz manşet Abdi İpekçi’nin Milliyet’inden. Yirmi milyonu bulan (?) FB taraftarını ürkütüp tepki çekmemek için olabildiği kadar “nötr” bir manşet atılmaya çalışılmış, 2011-2012 sezonu öncesindeki FB-Shakhtar Donetsk hazırlık maçında “şike soruşturması” kapsamında yaşananları protesto ederek sahaya giren taraftarlar için. Güzelim Türkçemizin “iyelik/aitlik eki” ise âdet olduğu üzere gümlemiş gitmiş tabii. Bu hastalık, neredeyse bütün gazetelerimizi sarmış durumda. İyelik ekinden utanmayın, utananları uyarın. Hayır, dilinizle değil tabii! Çok fesatsınız! Siz, yemeğe de tuz koymazsınız değil mi? Siz nezaket kumkumaları yemeklere tuz eklersiniz! Bilseniz ne şekersiniz!
“TARAFTAR ÖFKESİ” değil, “TARAFTARIN ÖFKESİ” olmalıydı elbette. Üstat Çetin Altan’ın kalem oynattığı Milliyet’te bu tür sakilliklerin olması da benim öfkelenmeme yol açıyor. Kulaklarımda sesiniz, nefesiniz: Sen öfkelensen n’olucak lan dümbük! Sana mı kaldı koca Milliyet’in manşetine karışmak! Sen misin Türkçenin yetkili mercii?! Hadi ordan Beberuhi!
Çopur çopur Çipura!
Birkaç hafta önce, koyu güneş gözlükleriyle ve portatif müzik çalarımdan ruhuma yayılan “Huzur” dolu notalarla dahi artık tahammül etmekte zorlandığım bu aşüfte Stanbul’dan Şile-Ağva güzergâhına doğru yola koyuldum. Betonun panzehirini aradım. Her tonunu… Anayurt Oteli’nin “hizmetçi”si Serra Yılmaz da arkadaşlarını bu beldedeki evinde ağırlıyormuş, ne tatlı tesadüf!
Göksu Deresi’nde “vosvos”a benzetilmeye çalışılmış sarı deniz bisikletinde pedal çevirdim bir saat boyunca. Bacak kaslarım tatlı tatlı ağrıdı. Gözlerim ışıldadı. Rutin iş hayatının dişlilerine çomak sokmak kanamalı ruhuma iyi geldi. Pansuman, asuman, pansiyon… Şıllık Stanbul’u ispiyonladım Ağva’ya. Canıma değsin! Bu daha ilk revizyon. Temiz hava ciğerlerime alerji yaptı. Ne güzel bir alerji! Sinerji mi? Onu, kitap okumamakla övünüp duran Ali Bey’e sormak lazım. Yanaklarıma kan yürüdü. Gözlerime de yeşillikler… Hem sofrada hem doğada…
Eğer bir restoranda balık yemezsek, buna tatil denilebilir mi? Bir günlük kaçamak da olsa, yaz tatilinde balık ister gönüller! Gözünüze kestirdiğiniz bir balık restoranına duhul eylediğinizde, önünüze “mönü” gelir gayet zarif bir şekilde. Gittiğiniz tatil yöresi neresi olursa olsun fark etmez. Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Latince yemek adlarını dosdoğru yazan bir restorana henüz rastlanılmamıştır. Paper Moon vb. ekürilerine -henüz- avdet eylemediğim için onları muaf tutuyorum. Fiyatlar “turistik” de olsa, kırk yılın başıdır işte, zaten sayılı izin günleridir hayatımızın en neşeli günleri ve kredi kartlarının limitleri sonuna dek zorlanacaktır, Viyana kapılarını zorlayanların torunlarınca.
Bu yalan yanlış yazılmış balık isimleri içinde, dudak kaslarımı gevşeten müstesna bir deniz canlısı var: Sparus aurata. Bilgiçlik taslamanın lüzumu yok, haklısınız. Bu güzide balığın ismini yazayım: ÇİPURA. Akdeniz’in, Ege’nin ve seyrek de olsa Marmara’nın sakini Çipura’mız porselen tabakları olduğu kadar, önce gözleri, sonra da mideleri şenlendirir, envai çeşit mezelerle el ele. Şenlendirmesine şenlendirir de ismini dosdoğru yazan bir vatan evladını gördüğünüzde yanaklarından öpesiniz de gelir neredeyse!
Balıkçı tezgâhlarından küçüğünden büyüğüne pek çok lokantanın (ayıp değil, rahat rahat “lokanta” yazabilirsiniz) yemek listesindeki “Çipura” yazılışlarına bir göz atalım. 1- Çupra. 2- Cupra. 3- Çipra. 4- Çupura. 5- Cupura. 6- Çupira. 7- Cipura.
Alâküllihal balık ismi olsun, bitki ismi olsun fark etmez. Bir ismi olan her şeyi, doğru telaffuzla söylemek, dosdoğru yazmak gerekir.
İskele alabanda, ver elini Ağva!
Ruh diyor ki: “Geleceği hatırla dedik sana ahbap, daha fazla uzun etme!”
Sözlerime müteveffa Eli Acıman’ın bir sözüyle başlamak en doğrusu: “Bir iletişim faaliyeti olan reklamcılıkta hüner, en kısa sürede, en sade, en yalın, en basit, en anlaşılır mesajı verebilmektir.” Bundan sonra yazacaklarımı okumasanız da olur.
John Carpenter’ın, Ray Nelson’ın “Eight Clock in The Morning” adlı hikâyesinden senaryolaştırdığı 1988 tarihli They Live filmini hatırladım, “Reklam sektörüne yengen demek de size düşmedi. Çamur at izi kalsin mantigiyla klavyenin basina oturup emek verilmis isleri rezillik olarak nitelemek de haddiniz değil.” cümlelerini okuyunca. Faşizan, yasakçı bir zihniyet. Kibri de cabası. Şu anki iktidar partisinin başkanı kadar dahi, karşıt fikre tahammül gösteremeyen, eleştiriye katlanamayan reklamcıların varlığı cidden ürkütücü. Beğenmeme hakkımız yokmuş anlaşılan. Ne güzel! Merak eder dururdum, reklam sektörü hakkında fikirlerimi yazabilmem için kim(ler)den icazet alacağımı… “Geleceği Hatırla” sloganını yazan şahısmış meğer bu yetkili merci! “Had” belirleme görevi de bu şahsınmış. Ne âlâ!
Ne slogana ne de reklam yazarına çamur attım! Bilakis pırıl pırıl işler görmeye, dilimizin nüanslarını doya doya okumaya hasretim. “Çamur atmak”ın anlamını bildiğinden de şüpheliyim bu “merci”in. Zira “çamur atmak”, “iftira etmek” olarak bilinir. “İftira” ise bir kişiye aslı astarı olmayan bir suç yüklemektir. Deyimlerimize bihakkın vakıf olamayan “reklam yazarları”ndan çok çekti reklam sektörü. Fî tarihinde, Kadir Çöpdemir’e Turkcell reklamında “Yeter ya, bi’ kalıbı dinlendir!” dedirtti büyük reklamcılarımız! Argoda “kalıbı dinlendirmek”, “ölmek” anlamına gelir. Sabah şerifleriniz hayrolsun beyler! Neymiş efendim, reklam sektörüne yengen demek bana düşmezmiş! Bakın hele! Bu pestenkerânî sözlere gülüp geçiyorum. Kibirden imal edilen bu “ruh”a tek sözüm var: Reklam sektörüne dair, bu sektöre emek veren herkesin söz söyleme hakkı var-dır. Diktatör ruhunuzu sağaltacak 125 dakikalık bir tavsiyem var. Charlie Chaplin’in The Great Dictator filmini güzelce seyredin. Unutulmasın ki herkesin eleştirisini özgürce ifade etme hakkı vardır. Üslubunu beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama herkesin beğenmediği bir işi/kurumu eleştirme -hatta dalga geçme- hakkı vardır. Demirden korkan trene binmesin, bu kadar basit! Öğrendik ki buna bile hakkım yokmuş. Haddim değilmiş. Buna ne deniyor reklam sektöründe? Kibir olabilir mi? Narsizm? Peki, küçük dağlarda inşa edilen “residence”lar? Demokratik nöronlarda nasır belki…
Sıradan bir yurttaş sıfatıyla, fikir hürriyetimi kullanıp sanal âlemde bir sloganı eleştirdim, az daha hayatım kayacaktı! Söz konusu yazımın “sosyal medya”da yarattığı etki elbette limon kolonyası gibi uçup gidiverdi. Ne de olsa böyle şeyler “uluorta” (“ulu” ve “orta” birleşip ne mânâlı bir kelime oluşturmuş ama) konuşulmamalıydı. Bu hengâme içinde cesur (!) bir “reklamcı” ise bu fakire “geri zekâlı redaktör” deme densizliğini, edepsizliğini de gösterdi. Misliyle cevap vermek de mümkün, mahkemeye vermek de… Vermeyeceğim. Yağmur Atsız lisānınca yazalım: Edebsize edeb göstermek edebtendir. O “reklamcı” (!) bu derin sözün (de) anlamına vakıf olamayacaktır muhtemelen. Seviye, edep yoksunu canlılarla vakit kaybetmeyelim. Bi’ kalem geçiyorum.
Galatasaray SK için Nike Türkiye’nin yeni sezon forma tanıtımı kapsamında hazırlanan iletişim (?) çalışmalarının bir ayağı da “billboard”lar, interaktif mecraların yanı sıra. 5-0’lık Neuchâtel Xamax maçında hançeresini yırtarcasına bağırmış bir fâni olarak, “Geleceği Hatırla” emir kipiyle oluşturulan bu sloganı gördüğümde, yeni bir çıkıntılık daha işte, diye içimden geçirdim. Acele etmedim iki çift laf etmek için. “Gassaraylı” arkadaşlarımın, “kapalı” müdavimlerinin fikirlerini sordum. Mesajı bir ben mi alamamıştım acaba? Sloganı yazanın dolambaçlı mesajını alan bir Allah’ın kulu “Gassaraylı” yoktu maalesef. Mesaj iletilememişti. “Bu ne abi ya!” en masum tepkiye bir numunedir. Diğer tepkileri moral bozmamak için yazmıyorum. Niyetim üzüm yemek. Bunda anlaşalım. Emeğe saygı duymak önemli bir erdemdir elbette. Ancak düpedüz “kötü”, “kısır”, “güdük” işlere de emek verildi, diye susacak değiliz. Birini planlayarak öldürmek de pusu kurup masum insanları katletmek de “emek” işidir. Buna da mı saygı duymamız gerekecek yoksa?
Devam edelim. “Konsept”i gördüm. Hazırlanan diğer sloganları inceledim. Semantik açıdan bütünlemeye kalan “Geleceği Hatırla” dışında, diğerleri için notum “iyi” idi. Ancak “hatırlamak” fiilini “gelecek” ile bağlamak dizlerimin bağını çözdü. Hulki Aktunç ustayı da yitirmiş olmanın acısı içinde, birkaç yazıdır “şuurlu” bir şekilde kullandığım argonun (Mrk. Büyük Argo Sözlüğü, Hulki Aktunç) dozunu artırıp kalemimi sivrilttim. Hulki Aktunç’a saygı dairesinde. Belli ki hiç kimse anlamamış. Daha doğrusu beni anlamaya ayıracakları vakitleri yok(muş), reklam sektörünün ağır ağabeylerinin. Eleştiriye katlanamayan bu “abi”ler, aba altından sopa göstermeyi ise gayet iyi beceriyorlar maşallah.
Bu fakir, “Trabzon’nun” yazan “İletişim” mezunu reklam yazarlarını bilir… Bu fakir, “saçlarım düzleşmiyorlar”ı bilir… Bu fakir “Japonlar’ın” yazanları bilir… Bu fakir, iyelik ekini kullanmayı bilmeyenleri, kullanmayı da “köylülük” zannedenleri bilir… Bu fakir, zengin mi zengin dilimizi “keyif, yaşam” gibi iki kelimeye tıkıştıranları bilir… Bu fakir, “birebir”in anlamından habersizlere en kristalinden “elma”lar verildiğini de gayet iyi bilir. Bütün bunları bilirken, güzelim dilimize taharet bezi muamelesi yapanlara sessiz kalacak değilim haliyle.
“Ruh der ki: Geleceği Hatırla” sloganını ele alalım. Hangi ruh? Galatasaraylılık ruhu mu? Kâmûs-ı Türkî gibi bir lügat başyapıtını bizlere armağan eden Şemseddin Sâmi’nin oğlu Ali Sami Bey’in ruhu mu? “Geleceği Hatırla” sloganıyla bütünleşen bir görsel kullanımı da yok işin kötüsü. Ali Sami Bey’in fotoğrafı, 1999-2000 sezonunun UEFA Kupası’nı kazanan takımın coşkulu fotoğrafıyla lehimlenseydi nasıl olurdu? “Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.” cümlesine sıkı bir gönderme yapma düşüncesini daha fazla ete kemiğe büründürmez miydi, “gelecek”in aslında “geçmiş”i imlediğinin bir vurgusu/kurgusu olarak? Sloganı yazanın aklına gelmemiş veya bu görsel kullanımını “banal” bulmuş olabilir. Kuru bir tribün görseli yerine, UEFA Kupası’nı veya Süper Kupa’yı göğe kaldıranların haklı gururunu yansıtan bir kare, bu deha ürünü (hayır, dalga geçmiyorum; böyle düşünüyorsunuz) ilanı daha anlamlı hale getirip daha etkili kılmaz mıydı? Bu fırsat kaçırılmış. Bence tabii. Slogan ile görsel bütünlüğü çok zayıf. Hatta yok! Slogan meramını nakletmekten, derdini ifade etmekten o kadar uzak ki! ilef.ankara.edu.tr’den “En Etkin Sloganlar” yazısı hatmedilmeli. Bununla yetinilmemeli elbette. Claude C. Hopkins’in My Life in Advertising and Scientific Advertising adlı kitabı da elden geçirilmeli. YKY’de Türkçesi var. David Ogilvy’nin, “Bu kitabı yedi kez okumayan hiç kimsenin reklamcılıkla ilgili herhangi bir şey yapmasına izin verilmemeli.” dediğini hatırlatmak boynumun borcudur.
İdrak yolları iltihabından mustarip olanlarda şunlar görülür: Kibir, eleştiriye tahammülsüzlük, antidemokratik tavırlar, muhataplarını küçümseme… Kıymetli reklam duayeni Eli Acıman’ın, şu sıralarda emekliliğinin tadını çıkaran Erol Çankaya’ya ne dediğini, Erol Çankaya’nın ağzından aktarayım: “’Güzel… Lakin touche, touche’ derken ne kastettiğini anlamam uzun sürmedi; eskrimi örnek veren efsane reklamcı güzel sözün değerini anlıyor, ancak iyi metin yazarlığında aslolanın ‘touche’; yani sayı almanın, puan alan vuruşun önemli olduğunun altını çiziyordu…” Söz konusu sloganımızda ise sayı, puan karavana! Bence tabii.
Başarılı bulduğum birkaç slogan örneği vereyim. “Efes Pilsen – Bira, bu kapağın altındadır”, “Kalebodur – Seramik budur”, “Elka Kapı – 100 kapı hemen, 1000 kapı yarın”, “UNO – Ekmeğinizi elletmeyin”, Haluk Mesci’den. “Bellona – Hayatın güzelliklerine yaslanın”, “Calve soslar – Her şeyin üstünde”, “Aygaz – Aygaz’ı tanımak güvenle yaşamaktır”, Nur Arıoğul’dan. Şiir okumamakla, hatta profesyonel jüri üyesi-reklamcı Ali Taran gibi kitap okumamakla övünenlerin Ceyhun Atuf Kansu ödüllü şair ve reklamcı Aydın Hatipoğlu’nun “Bence BMC” sloganını yazdığını sektörde kaç kişi biliyor? 11 Kasım 2010’da vefat etti. Mekânı cennet olsun.
İmkân olsaydı da Eli Acıman’ın karşısına şu ifadelerle çıksaydınız: “Ayrıca Avrupa’nın en büyüğü olma yolunda ‘Cim Bom final yakışır sana’… ‘Sen şampiyon olacaksın’… gibi net olarak gelecekten dem vuran ifadeler tribünlerde yankılanmıştır. Gelecek, Galatasaraylılar’ın hep hedeflediği bir kavramdır. Başlık, Nike forma sponsorlugu dahilinde, geleceği bir kavram olarak ele alıp, geçmişe yönelik şeyleri değil, o çok alışık olduğun gelecek denen kavramı hatırla manasında yazılmıştır. Bu isin hedef kitlesi de futbolseverler oldugu icin kavramin anlasilmasinda bir sikinti yoktur.” Ne yazık ki o “net”lik kafanızdan çıkarak, sloganınızda cisimleşip hedef kitleye geçememiş. Düzelteyim: “Galatasaraylılar’ın” değil, “Galatasaraylıların” olmalı. Bağ fiillerden sonra virgül kullanılmaz. Altını çizdim.
Hedef kitleniz “homojen”miş anlaşılan. Pakize Suda’nın Habertürk’te bir programı var. İl il gezip o yörenin halkına birkaç kelimenin anlamını soruyor. “Bilakis” ile “bilhassa” kelimelerinin anlamını bilen hiç kimse çıkmadı, biliyor muydunuz? GS taraftarları arasında sanayi sitelerinde asgari ücrete talim edenler de var, sizin gibi Fransız kültürü alıp bazı hususlara “Fransız” kalan mürekkep yalamışlar da… Benim gibi az çok kitap karıştırmışlar da… Memleketin kültürel seviyesini benden iyi bildiğinizi zannediyorum. Kafanızda kurguladığınız “gelecek”, aslında “geçmiş”tir fikrinizi başarılı bir şekilde sipariş edilen işe yansıtamamışsınız benim nazarımda. Benim indimde bu böyle. Başarısız bir slogan son tahlilde. Şüphe yok ki bu sloganı “başarılı” ve “hedefi tam 12’den vuran” bir çalışma olarak bulanlar da olacaktır. Eli Acıman hayatta değil ama onun bir sözünü bu işiniz için kullanmak istiyorum: “Bu israftır ve ıskadır.” Keyfiyet budur. Bu fakir de o kadar mühim bir şahsiyet değildir, takmayın o kadar kafanıza! Ancak unutmayın ki kibir, Se7en’ın John Doe’sunun da hiç hoşuna gitmez!
İki çift laf etmeden önce, tıpkı bu yazıyı klavyeye düşürmeden önce olduğu gibi, soluklanmıştım. Reklam sektöründeki Türkçe kullanımı üzerine yazdıklarım ortadadır. Dergiler, sanal dünya, kitap… Tenezzül buyurursanız tabii. “Yeni fırçalanmış gibi ferah nefes” garabetinin yazılabildiği bir memlekette, reklam sektörüne “yengen” demek, en çok da bana düşer! Hulki Aktunç, Ege Ernart, Egemen Berköz, Erol Çankaya, Yavuz Turgul, Vural Sözer, Ersin Salman, Seyhan Erözçelik benim kadar “soft” olmazlardı, buna emin olun. Bana “had” bildirip kendinizi ciddiye alacağınıza, işinizi ciddiye almanızı salık veririm. Masamda bir “had cetveli” yok maalesef.
Eli Acıman ile başladık, William Bernbach ile sona yaklaşalım şifa niyetine. İki doz. Bakın üstat ne demiş: “Büyük hatalar kendimizden sorgulanmayacak kadar emin olduğumuz zamanlarda yapılır.” Bu birinci doz. “Önemli olan ne kadar kısalttığınız değil, nasıl kısalttığınızdır.” Bu da ikinci doz. Yan etkileri yoktur. Güvenle, alçakgönüllü bir ruh ikliminde tepe tepe kullanınız.
Son sözü “İmparator”a bırakıyorum: “Yel, kayadan ancak toz alır.”

