Tag Archives: Dilbilgisi

Her şey “Bildiğiniz Gibi”

Tanınmış “iletişimci”, Bersay’ın babası Ali Saydam’ın, reklam sektörünün popüler dergisi Marketing Türkiye’deki makalelerinde, Türkçe kullanımındaki özensizliğe, laçkalığa dikkat çeken ifadelerini hatırlıyorum da… Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma, diyesim geliyor.

Allah’ın uğramadığı sokak aralarındaki büfelerden ecnebi isimli uluslararası markaların cicili bicili mağazalarına, İskender Pala’nın “Şah & Sultan” romanından (Okuyunuz: Kırmızı, Kasım-Aralık, 2010) ünlü “iletişimci Ali Saydam’ın televizyon programına varana dek… Şu “&” hastalığı, hayranlığı, deliliği nedir kuzum?

“VE” yazmak/demek (uzun bir süredir “VE” yerine “ARTI” deniyor) yerine “&” yazıp durmanın psikolojisini kim izah edecek? Cem Mumcu’nun randevu defteri şişkin imiş. Kime danışalım peki? Hem, kendileri “sevişmek” yerine “.ikişmek” demeyi tercih eden “danışanının” niçin o “hard” sözcüğü seçtiğini de izah etmekte zorlanıyor. HABERTÜRK’teki “Altüst Muhabbetler”de böyle diyordu. Her neyse.

Kırık Potkal’ımızdan sızan kırık dökük cümlelerimizden kimin haberi olacak da “Nilgün Belgün & Ali Saydam”daki “&” işaretini “ve” yazdıracak? Nerede bu babayiğit? Nerede bu “state”?


Bülent Ersoy söylüyor: “Hayatımı yaşıyorum, yaşıyorum oh, oh!”

Arapça “hayat” kelimesini, ha babam “yaşam” sözcüğüyle karşılamaya kalkıştılar. Soruyorlar: Kimler? Kimler olacak, Öz Türkçeciler! “Hayat kadını” yerine, “yaşam kadını” desenize! Peki, “hayat arkadaşı” yerine, “yaşam arkadaşı” nasıl duruyor? “Hayatını yaşamak” yerine, “yaşamını yaşamak” ne âhenkli değil mi? Kaç kez dedik ama dinleyen kim? Nasıl ki, “anı” ile “hatıra” (hatta, “hâtıra”) aynı anlam yükünü omuzlayamıyorsa, “hayat” ile “yaşam” da aynı anlam yükünü taşımaz, ta-şı-ya-maz.

Hayata küstüremeyeceksiniz beni. Hayatımı kazanmak için espasları paspaslayacağım, hayata gözlerimi yumana dek kırık dökük yazacağım, tamam mı?

“Muhafazakâr” kanal TGRT, bir vakitler “yaşam” sözcüğünü edep dışı buluyordu. Siz, siz olun ve “yaş-am” diye hecelemeye kalkışmayın “yaşam” sözcüğünü. Yeri gelirse “yaşam”ı da kullanın. Ancak “hayat”a hayat hakkı tanıyın.  Sözcükleri yasaklamayalım. Her kelime renktir, nüanstır cümlelerimize. Ta buraya kadar okudunuz mu yoksa? Yoo, vallahi olmaz! Biraz daha kalın. Hayatta bırakmam sizi!


Soru ekleriyle başınız “derttemi”, dertte mi?

Kilolarınızı boşverin, soru eklerini dosdoğru (-mi soru eki, kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır) yazın da diliniz dinç kalsın. Değil mi ama?


“Şirin Payzın’lan” tek tek basaraktan!

Banu Avar, Can Dündar, Cüneyt Özdemir, Çiğdem Anad, Deniz Arman, Mithat Bereket, Serdar Akinan… Hepsinin ortak özelliği, H. G. Wells’in “The War of the Worlds” adlı eserini müzikal forma taşıyan Jeff Wayne’in akıllardan çıkmayan efsanevî müziğiyle -The Eve of the War, The Coming of Martians- (“intro”daki yaylıların haşmeti zaten felakettir) ve “aman kimselere söz vermeyin” kalıbıyla bir dönem (1985 ve sonrası) ekranları kasıp kavuran “32. Gün”den mezun olmalarıdır. Ara notumuzu düşelim: Nostalji meraklıları için link yazının dibindedir.

Her ne hikmetse, Şirin Payzın’ı da “32. Gün”den mezun zannediyordum. (Niye bu zanna kapıldığımı aşağıda bulacaksınız.) Meslekî geçmişine baktığımda böyle bir bilgiye rastlamadım. Çok kısa ve dahi söz edilmeyecek kadar kısa bir süre “32. Gün”de çalıştığına dair bilgi kırıntısı bulabiliriz belki. Şirin Payzın’ın biyografisine kuşbakışı: Makedonya’dan göç etmiş babasının ailesi, baba gazeteci, Nuri Çolakoğlu baba Nizam Bey’in yanında işe başlıyor, anneannesinin kuzeni büyük teyze Behice Boran, dedesi Kazan doğumlu, annesinin ailesi ise Tatar, demokrat bir aile… Kökler Rusya’ya uzanıyor, başarılı ve şanslı bir gazetecilik geçmişinin temelleri böyle böyle atılıyor.

Şirin Payzın adı gibi. “Frikik” meraklısı, “sarı saçlı spor sipikeri” meraklısı “errkeg”lerin aksiyoner hayal âlemlerinden uzak bir kadın. Fiziksel özelliklerini, kozmetik sektörünün nimetlerini kıyasıya kullanıp kariyeri için basamak yapanlardan değil. Mesleğe başladığı ilk yıllarda, hani nasıl desem, avurtları çökmüştü. Şimdilerde ise yanakları daha bir dolgun. Her neyse, bu tip “magazinel, estetik” yönler aslî konumuzun çok dışında.

Benzerlerine göre iyi bir röportajcı-gazeteci denilebilir. Ancaaaak… Konuşurken, Mehmet Ali Birand’ın alametifarikası olan “başbakanlan”, “Mithat Bereket’len” gibi eklemeli Türkçesiyle canımı fena halde sıkıyor ve var olan şirinliği bir çırpıda uçup gidiveriyor. Şirin Payzın’ın, M. A. Birand’ın “32. Gün”ünde çalıştığını düşünmeme yol açan husus, onun bu berbat telaffuzuymuş işte! M. A. Birand tedavi olmadı gitti ama Şirin Hanım’ın bu hastalığını düzeltme imkânı var. Bu hastalığına bir çare bulmalı. CNN Türk yönetimi gereken desteği sağlayacaktır hiç şüphesiz.

Türkçede “enstrümantal” ek “-n” ekidir. Şirin Hanım’dan “realiteylen”, “yanlışlıklan”, “Fener’len” diye bir “şey” duymanız mümkündür. Mehmet Ali Birand’a çekmek ne fena, onu örnek almak da… “İle” sözcüğü zaten ekleşmiş, “araç” halini almış, daha neyi nereye ekliyorsunuz Allah aşkına? Olacak iş değil! “-La/le” eki bu işi layıkıyla yapıyor üstelik. Yetmezmiş gibi “onunlan”, “bununlan” vs. Özel kanallara spikerlik eğitimi veren belli başlı şirketlerde, çok kıymetli spiker hocaları var. Utanmayın, gidin, eksiklerinizi tamamlayın. “Öğreten adam” rolünü hiç sevmememe rağmen, beni buna mecbur edip “Altın Ahududu Ödülleri”nde aday adaylığına zorluyorsunuz. Son kez: “Özelliklen” değil Şirin Payzın Hanım, “özellikle” diyeceksiniz. Bu dil haylazlığınıza bir çare bulun lütfen.

Bilebildiğim kadarıylan yazmaya çalıştım. Sevdiğiniz bir arkadaşınızlan Can-Arsen Gürzap çiftinin ders verdiği spikerlik kursunun yolunu tutun tez vakitte olmaz mı?

Not 1: Şirin Hanım, 21 Ekim’deki programında, hiç de “şirin” olmayan bir şekilde -hâlâ- “ETA’ylan” metaylan gibi garip telaffuzlarıyla mesleğini de, seyircileri(ni) de ciddiye almadığını -inatla- göstermeye devam ediyordu.

Not 2: İşbu yazı M. Ali Birand’ın vefatından önce yazılmıştır.

http://www.youtube.com/watch?v=tFfZFvvuXWc

Not 3: 14 Ekim 2014 tarihindeki NO (Neler Oluyor?) adlı programında hâlâ “Haykoy’lan” (Hayko Bağdat) diyordu!

 

 

 

 

 

 


Günün fotoğrafı: “Türkish Kebap” & el Fâtiha!


Günün fotoğrafı: Sen öyle san Kont Sandwich!


Ama illet oluyorum Milliyet!

Altta gördüğünüz manşet Abdi İpekçi’nin Milliyet’inden. Yirmi milyonu bulan (?) FB taraftarını ürkütüp tepki çekmemek için olabildiği kadar “nötr” bir manşet atılmaya çalışılmış, 2011-2012 sezonu öncesindeki FB-Shakhtar Donetsk hazırlık maçında “şike soruşturması” kapsamında yaşananları protesto ederek sahaya giren taraftarlar için. Güzelim Türkçemizin “iyelik/aitlik eki” ise âdet olduğu üzere gümlemiş gitmiş tabii. Bu hastalık, neredeyse bütün gazetelerimizi sarmış durumda. İyelik ekinden utanmayın, utananları uyarın. Hayır, dilinizle değil tabii! Çok fesatsınız! Siz, yemeğe de tuz koymazsınız değil mi? Siz nezaket kumkumaları yemeklere tuz eklersiniz! Bilseniz ne şekersiniz!

“TARAFTAR ÖFKESİ” değil, “TARAFTARIN ÖFKESİ” olmalıydı elbette. Üstat Çetin Altan’ın kalem oynattığı Milliyet’te bu tür sakilliklerin olması da benim öfkelenmeme yol açıyor. Kulaklarımda sesiniz, nefesiniz: Sen öfkelensen n’olucak lan dümbük! Sana mı kaldı koca Milliyet’in manşetine karışmak! Sen misin Türkçenin yetkili mercii?! Hadi ordan Beberuhi!


Ruh diyor ki: “Geleceği hatırla dedik sana ahbap, daha fazla uzun etme!”

Sözlerime müteveffa Eli Acıman’ın bir sözüyle başlamak en doğrusu: “Bir iletişim faaliyeti olan reklamcılıkta hüner, en kısa sürede, en sade, en yalın, en basit, en anlaşılır mesajı verebilmektir.” Bundan sonra yazacaklarımı okumasanız da olur.

John Carpenter’ın, Ray Nelson’ın “Eight Clock in The Morning” adlı hikâyesinden senaryolaştırdığı 1988 tarihli They Live filmini hatırladım, “Reklam sektörüne yengen demek de size düşmedi. Çamur at izi kalsin mantigiyla klavyenin basina oturup emek verilmis isleri rezillik olarak nitelemek de haddiniz değil.” cümlelerini okuyunca. Faşizan, yasakçı bir zihniyet. Kibri de cabası. Şu anki iktidar partisinin başkanı kadar dahi, karşıt fikre tahammül gösteremeyen, eleştiriye katlanamayan reklamcıların varlığı cidden ürkütücü. Beğenmeme hakkımız yokmuş anlaşılan. Ne güzel! Merak eder dururdum, reklam sektörü hakkında fikirlerimi yazabilmem için kim(ler)den icazet alacağımı… “Geleceği Hatırla” sloganını yazan şahısmış meğer bu yetkili merci! “Had” belirleme görevi de bu şahsınmış. Ne âlâ!

Ne slogana  ne de reklam yazarına çamur attım! Bilakis pırıl pırıl işler görmeye, dilimizin nüanslarını doya doya okumaya hasretim. “Çamur atmak”ın anlamını bildiğinden de şüpheliyim bu “merci”in. Zira “çamur atmak”, “iftira etmek” olarak bilinir. “İftira” ise bir kişiye aslı astarı olmayan bir suç yüklemektir. Deyimlerimize bihakkın vakıf olamayan “reklam yazarları”ndan çok çekti reklam sektörü. Fî tarihinde, Kadir Çöpdemir’e Turkcell reklamında “Yeter ya, bi’ kalıbı dinlendir!” dedirtti büyük reklamcılarımız! Argoda “kalıbı dinlendirmek”, “ölmek” anlamına gelir. Sabah şerifleriniz hayrolsun beyler! Neymiş efendim, reklam sektörüne yengen demek bana düşmezmiş! Bakın hele! Bu pestenkerânî sözlere gülüp geçiyorum. Kibirden imal edilen bu “ruh”a tek sözüm var: Reklam sektörüne dair, bu sektöre emek veren herkesin söz söyleme hakkı var-dır. Diktatör ruhunuzu sağaltacak 125 dakikalık bir tavsiyem var. Charlie Chaplin’in The Great Dictator filmini güzelce seyredin. Unutulmasın ki herkesin eleştirisini özgürce ifade etme hakkı vardır. Üslubunu beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama herkesin beğenmediği bir işi/kurumu eleştirme -hatta dalga geçme- hakkı vardır. Demirden korkan trene binmesin, bu kadar basit! Öğrendik ki buna bile hakkım yokmuş. Haddim değilmiş. Buna ne deniyor reklam sektöründe? Kibir olabilir mi? Narsizm? Peki, küçük dağlarda inşa edilen “residence”lar? Demokratik nöronlarda nasır belki…

Sıradan bir yurttaş sıfatıyla, fikir hürriyetimi kullanıp sanal âlemde bir sloganı eleştirdim, az daha hayatım kayacaktı! Söz konusu yazımın “sosyal medya”da yarattığı etki elbette limon kolonyası gibi uçup gidiverdi. Ne de olsa böyle şeyler “uluorta” (“ulu” ve “orta” birleşip ne mânâlı bir kelime oluşturmuş ama) konuşulmamalıydı. Bu hengâme içinde cesur (!) bir “reklamcı” ise bu fakire “geri zekâlı redaktör” deme densizliğini, edepsizliğini de gösterdi. Misliyle cevap vermek de mümkün, mahkemeye vermek de… Vermeyeceğim. Yağmur Atsız lisānınca yazalım: Edebsize edeb göstermek edebtendir. O “reklamcı” (!) bu derin sözün (de) anlamına vakıf olamayacaktır muhtemelen. Seviye, edep yoksunu canlılarla vakit kaybetmeyelim. Bi’ kalem geçiyorum.

Galatasaray SK için Nike Türkiye’nin yeni sezon forma tanıtımı kapsamında hazırlanan iletişim (?) çalışmalarının bir ayağı da “billboard”lar, interaktif mecraların yanı sıra. 5-0’lık Neuchâtel Xamax maçında hançeresini yırtarcasına bağırmış bir fâni olarak, “Geleceği Hatırla” emir kipiyle oluşturulan bu sloganı gördüğümde, yeni bir çıkıntılık daha işte, diye içimden geçirdim. Acele etmedim iki çift laf etmek için. “Gassaraylı” arkadaşlarımın, “kapalı” müdavimlerinin  fikirlerini sordum. Mesajı bir ben mi alamamıştım acaba? Sloganı yazanın dolambaçlı mesajını alan bir Allah’ın kulu “Gassaraylı” yoktu maalesef. Mesaj iletilememişti. “Bu ne abi ya!” en masum tepkiye bir numunedir. Diğer tepkileri moral bozmamak için yazmıyorum. Niyetim üzüm yemek. Bunda anlaşalım. Emeğe saygı duymak önemli bir erdemdir elbette. Ancak düpedüz “kötü”, “kısır”, “güdük” işlere de emek verildi, diye susacak değiliz. Birini planlayarak öldürmek de pusu kurup masum insanları katletmek de “emek” işidir. Buna da mı saygı duymamız gerekecek yoksa?

Devam edelim. “Konsept”i gördüm. Hazırlanan diğer sloganları inceledim. Semantik açıdan bütünlemeye kalan “Geleceği Hatırla” dışında, diğerleri için notum “iyi” idi. Ancak “hatırlamak” fiilini “gelecek” ile bağlamak dizlerimin bağını çözdü. Hulki Aktunç ustayı da yitirmiş olmanın acısı içinde, birkaç yazıdır “şuurlu” bir şekilde kullandığım argonun (Mrk. Büyük Argo Sözlüğü, Hulki Aktunç) dozunu artırıp kalemimi sivrilttim. Hulki Aktunç’a saygı dairesinde. Belli ki hiç kimse anlamamış. Daha doğrusu beni anlamaya ayıracakları vakitleri yok(muş), reklam sektörünün ağır ağabeylerinin. Eleştiriye katlanamayan bu “abi”ler, aba altından sopa göstermeyi ise gayet iyi beceriyorlar maşallah.

Bu fakir, “Trabzon’nun” yazan “İletişim” mezunu reklam yazarlarını bilir… Bu fakir, “saçlarım düzleşmiyorlar”ı bilir… Bu fakir “Japonlar’ın” yazanları bilir… Bu fakir, iyelik ekini kullanmayı bilmeyenleri, kullanmayı da “köylülük” zannedenleri bilir… Bu fakir, zengin mi zengin dilimizi “keyif, yaşam” gibi iki kelimeye tıkıştıranları bilir… Bu fakir, “birebir”in anlamından habersizlere en kristalinden “elma”lar verildiğini de gayet iyi bilir. Bütün bunları bilirken, güzelim dilimize taharet bezi muamelesi yapanlara sessiz kalacak değilim haliyle.

“Ruh der ki: Geleceği Hatırla” sloganını ele alalım. Hangi ruh? Galatasaraylılık ruhu mu? Kâmûs-ı Türkî gibi bir lügat başyapıtını bizlere armağan eden Şemseddin Sâmi’nin oğlu Ali Sami Bey’in ruhu mu? “Geleceği Hatırla” sloganıyla bütünleşen bir görsel kullanımı da yok işin kötüsü. Ali Sami Bey’in fotoğrafı, 1999-2000 sezonunun UEFA Kupası’nı kazanan takımın coşkulu fotoğrafıyla lehimlenseydi nasıl olurdu? “Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.” cümlesine sıkı bir gönderme yapma düşüncesini daha fazla ete kemiğe büründürmez miydi, “gelecek”in aslında “geçmiş”i imlediğinin bir vurgusu/kurgusu olarak? Sloganı yazanın aklına gelmemiş veya bu görsel kullanımını “banal” bulmuş olabilir. Kuru bir tribün görseli yerine, UEFA Kupası’nı veya Süper Kupa’yı göğe kaldıranların haklı gururunu yansıtan bir kare, bu deha ürünü (hayır, dalga geçmiyorum; böyle düşünüyorsunuz) ilanı daha anlamlı hale getirip daha etkili kılmaz mıydı? Bu fırsat kaçırılmış. Bence tabii. Slogan ile görsel bütünlüğü çok zayıf. Hatta yok! Slogan meramını nakletmekten, derdini ifade etmekten o kadar uzak ki! ilef.ankara.edu.tr’den “En Etkin Sloganlar” yazısı hatmedilmeli. Bununla yetinilmemeli elbette. Claude C. Hopkins’in My Life in Advertising and Scientific Advertising adlı kitabı da elden geçirilmeli. YKY’de Türkçesi var. David Ogilvy’nin, “Bu kitabı yedi kez okumayan hiç kimsenin reklamcılıkla ilgili herhangi bir şey yapmasına izin verilmemeli.”  dediğini hatırlatmak boynumun borcudur.

İdrak yolları iltihabından mustarip olanlarda şunlar görülür: Kibir, eleştiriye tahammülsüzlük, antidemokratik tavırlar, muhataplarını küçümseme… Kıymetli reklam duayeni Eli Acıman’ın, şu sıralarda emekliliğinin tadını çıkaran Erol Çankaya’ya ne dediğini, Erol Çankaya’nın ağzından aktarayım: “’Güzel… Lakin touche, touche’ derken ne kastettiğini anlamam uzun sürmedi; eskrimi örnek veren efsane reklamcı güzel sözün değerini anlıyor, ancak iyi metin yazarlığında aslolanın ‘touche’; yani sayı almanın, puan alan vuruşun önemli olduğunun altını çiziyordu…” Söz konusu sloganımızda ise sayı, puan karavana! Bence tabii.

Başarılı bulduğum birkaç slogan örneği vereyim. “Efes Pilsen – Bira, bu kapağın altındadır”, “Kalebodur – Seramik budur”, “Elka Kapı – 100 kapı hemen, 1000 kapı yarın”, “UNO – Ekmeğinizi elletmeyin”, Haluk Mesci’den. “Bellona – Hayatın güzelliklerine yaslanın”, “Calve soslar – Her şeyin üstünde”, “Aygaz – Aygaz’ı tanımak güvenle yaşamaktır”, Nur Arıoğul’dan. Şiir okumamakla, hatta profesyonel jüri üyesi-reklamcı Ali Taran gibi kitap okumamakla övünenlerin Ceyhun Atuf Kansu ödüllü şair ve reklamcı Aydın Hatipoğlu’nun “Bence BMC” sloganını yazdığını sektörde kaç kişi biliyor? 11 Kasım 2010’da vefat etti. Mekânı cennet olsun.

İmkân olsaydı da Eli Acıman’ın karşısına şu ifadelerle çıksaydınız: “Ayrıca Avrupa’nın en büyüğü olma yolunda ‘Cim Bom final yakışır sana’… ‘Sen şampiyon olacaksın’… gibi net olarak gelecekten dem vuran ifadeler tribünlerde yankılanmıştır. Gelecek, Galatasaraylılar’ın hep hedeflediği bir kavramdır. Başlık, Nike forma sponsorlugu dahilinde, geleceği bir kavram olarak ele alıp, geçmişe yönelik şeyleri değil, o çok alışık olduğun gelecek denen kavramı hatırla manasında yazılmıştır. Bu isin hedef kitlesi de futbolseverler oldugu icin kavramin anlasilmasinda bir sikinti yoktur.” Ne yazık ki o “net”lik kafanızdan çıkarak, sloganınızda cisimleşip hedef kitleye geçememiş. Düzelteyim: “Galatasaraylılar’ın” değil, “Galatasaraylıların” olmalı. Bağ fiillerden sonra virgül kullanılmaz. Altını çizdim.

Hedef kitleniz “homojen”miş anlaşılan. Pakize Suda’nın Habertürk’te bir programı var. İl il gezip o yörenin halkına birkaç kelimenin anlamını soruyor. “Bilakis” ile “bilhassa” kelimelerinin anlamını bilen hiç kimse çıkmadı, biliyor muydunuz? GS taraftarları arasında sanayi sitelerinde asgari ücrete talim edenler de var, sizin gibi Fransız kültürü alıp bazı hususlara “Fransız” kalan mürekkep yalamışlar da… Benim gibi az çok kitap karıştırmışlar da… Memleketin kültürel seviyesini benden iyi bildiğinizi zannediyorum. Kafanızda kurguladığınız “gelecek”, aslında “geçmiş”tir fikrinizi başarılı bir şekilde sipariş edilen işe yansıtamamışsınız benim nazarımda. Benim indimde bu böyle. Başarısız bir slogan son tahlilde. Şüphe yok ki bu sloganı “başarılı” ve “hedefi tam 12’den vuran” bir çalışma olarak bulanlar da olacaktır. Eli Acıman hayatta değil ama onun bir sözünü bu işiniz için kullanmak istiyorum: “Bu israftır ve ıskadır.”  Keyfiyet budur. Bu fakir de o kadar mühim bir şahsiyet değildir, takmayın o kadar kafanıza! Ancak unutmayın ki kibir, Se7en’ın John Doe’sunun da hiç hoşuna gitmez!

İki çift laf etmeden önce, tıpkı bu yazıyı klavyeye düşürmeden önce olduğu gibi, soluklanmıştım. Reklam sektöründeki Türkçe kullanımı üzerine yazdıklarım ortadadır. Dergiler, sanal dünya, kitap… Tenezzül buyurursanız tabii. “Yeni fırçalanmış gibi ferah nefes” garabetinin yazılabildiği bir memlekette, reklam sektörüne “yengen” demek, en çok da bana düşer!  Hulki Aktunç, Ege Ernart, Egemen Berköz, Erol Çankaya, Yavuz Turgul, Vural Sözer, Ersin Salman, Seyhan Erözçelik benim kadar “soft” olmazlardı, buna emin olun. Bana “had” bildirip kendinizi ciddiye alacağınıza, işinizi ciddiye almanızı salık veririm. Masamda bir “had cetveli” yok maalesef.

Eli Acıman ile başladık, William Bernbach ile sona yaklaşalım şifa niyetine. İki doz. Bakın üstat ne demiş: “Büyük hatalar kendimizden sorgulanmayacak kadar emin olduğumuz zamanlarda yapılır.” Bu birinci doz. “Önemli olan ne kadar kısalttığınız değil, nasıl kısalttığınızdır.” Bu da ikinci doz. Yan etkileri yoktur. Güvenle, alçakgönüllü bir ruh ikliminde tepe tepe kullanınız.

Son sözü “İmparator”a bırakıyorum: “Yel, kayadan ancak toz alır.”


Reklam meklam: Ortaya karışık veya Türkçe, yazım yanlışları/hataları, tabelalar vs.

“yazım yanlışı olan metinler”, “tabelalardaki yazım hataları/yanlışları”,” yazım yanlışları”, “türkçemizi bozan tabelalar”, “tabela hataları”… Kırık Potkal’a tesadüf edenlerin pek çoğu, önce “sex, seks, sexs, seksi” kelimeleriyle, daha sonra da reklamlardaki, tabelalardaki yazım yanlışlarıyla ilgili arama yapanlar… Bir zincir oluşturan “yurdum insanı” e-postalarına malzeme arayışı için değildir umarım bu ilgileri. Her neyse.

Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve Bamm Yayınları’nın danışmanlarından Sayın Ali Gökçe Ertan ile RYD standındaki “RYD Yazarları Kitaplarını İmzalıyor” etkinliğinin sonrasında, Taksim’ e doğru yol alırken bana şöyle demişti: Ya bir internet sitesi açmalısın ya da bir blog… Tarih 8 Kasım 2008’di. Bu tavsiyesine uymakta acele etmedim. “Sosyal medya” denen teranenin cumhurbaşkanları, parti liderleri, “kanaat önderleri” tarafından rağbet görmesi de beni fazla heyecanladırmadı. Ta ki, yazı yazmamanın bünyemde yarattığı tazyikten mustarip oluşuma daha fazla karşı koyamayacağımı anlayana dek… Sait Faik’in dediği gibi: Yazmasam çıldıracaktım. Ben çıldıracağıma, anlı şanlı birkaç popüler kişiyi ve uzun yazılara alerjisi olanları çıldırtmak daha eğlenceli geldi doğrusu. Elbette o, Edirne’den ötesine gitmişlerden yalanlarla, hakaretlerle dolu sözler işiteceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Neyse. Bir de vefalı okurların mevcudiyetinden haberdar olmanın hazzı buna eklenince, hele hele bu okurlar arasında, adını anmaktan şeref duyduğum Vural Sözer gibi bir üstadın olduğunu kendisinden öğrenince… Bu kıymetli isme, pek nadir de olsa yazılarıma teveccüh buyuran değerli iletişim uzmanı ve dahi iletişim külyutmazı değerli A. Selim Tuncer de eklenince… Ben yazmayayım da kim yazsındı! (Bu isimlerin arasına “yalpalamaların efendisi” Mustafa Ordaş’ı da katabilirim. Tabii bir vakitler…)

Şu fakir “Kırık Potkal”a can verdikten bu yana en fazla tıklanan/bakılan/okunan yazım “Tabelalar, Türkçe yazım hataları vs. vs.” başlıklı yazım oldu. Yazıyı yayına aldığım 5 Ocak 2011’den 29 Nisan 2011’e, saat 15.45 itibarıyla tastamam 349 tık! En çok ilgi gösterilen, teveccühe mazhar olan bu yazıya bir kardeş getirmenin vaktidir, diye düşündüm. Bir çeşit “umumî arzu üzerine” yazısı…

Konutun altını ıslatma esprisini es geçip “kalörifer”e bakalım. Fransızcası “calorifere” olan bu kelimeye “ısı taşıyıcı” diyebiliriz; yani “kalorifer”.

Sırada efil efil EFFIE var. Kelin merhemi gibi bir durum. İngilizcem “Mrs. Brown and Mr. Brown” düzeyinde de olsa  “İ”nin kullanılmaması gerektiğini biliyorum çok şükür!

“Pahallı” diyenlere rastladım. “Pahallı” diyenlerin “muhattap” dediklerini de duydum. Bu telaffuzda reklam yazarlığı yapanların etkisi nedir acaba? Hani, ne bileyim, anlamı kuvvetlendirmek için “istek ve arzu”, “koşulsuz-şartsız” yazdıklarını biliyorum da… Farsça “baha”; “değer, kıymet” demek. “Pahalı” ise “fiyatı yüksek olan”… Bir anlam kayması var; çünkü her “kıymetli” şey “pahalı” olmayabilir. “Muhatap” ise Arapça bir kelime. Kendisine hitap edilen, söz söylenen kimse, demek. “Önüne geldiği ismin benzerlerini ‘teker teker hepsi’, ‘birer birer hepsi’, ‘birer birer tamamı’ anlamıyla kapsayacak biçimde genelleştiren söz” olarak tanımlıyor, “her” sözcüğünü TDK. Televizyon ekranları bir ara “Semerkand” reklamlarından ve o reklamdaki “Heryere” ucubesinden (her “ucube” heykel değildir!) geçilmiyordu. Şimdi yok. Zannederim arzuladıkları satış rakamlarını yakaladılar. Doğrusu mu? Tabii ki “her yere”, ona ne şüphe!

Kompedan mağazalarından külot, fanila, çorap, “body” almamış olsanız bile, bu mağazanın adını duymamış olamazsınız. Cüzdanında 100 TL’lik banknotu bulunmayanlar ile  cüzdanlarında dört-beş kredi kartı bulunanları buluşturan bu mağazadan bir kareye odaklanalım şimdi de… “Bady” nece? Elinizin altında internet var. “Zargan” da… “Twit” atmaktan, “Facebook”ta link paylaşmaktan yorgun düşenlerin, bu kadar üşengeç olması suçtur! Doğrusu mu? Certainly “body”! Türkçeyi kullanırken badi badi yürümek çok ayıp olmuyor mu?


Tabelalar, Türkçe, yazım hataları vs.

Sanal âlemde klavye oynatmaya başlayalı bir yıl olmuş. Dile kolay! “Dilek olay” diyenler de var antrparantez. Fakir “Kırık Potkal”ımıza tesadüf edenlerin pek çoğu, arama motorlarına şöyle yazmaktalar: “Tabela yazım yanlışları, Türkçeyi yanlış kullanan dükkân tabelaları, yazım yanlışı olan tabelalar, Türkçeyi bozan  tabelalar, tabelalardaki yanlışlıklar, yazım hatalı tabelalar, reklamda Türkçe hataları” vs. vs.

İstedim ki 2011’in bu ilk yazısında “hatalı Türkçe tabelalar” buketi sunayım… Kırık Potkal sanal âlemde amme hizmeti sunmuş olmanın haklı gururuyla, yeni denizlere yelken şişirecektir inşallah!

“Kulüp” kelimesine İngiliz kalanlar için yazalım: İngilizce “club” olarak yazılan bu kelime, Türkçede yalın halde “kulüp” olarak, ek aldığında ise “kulübü” diye yazılır.

Gelelim “kombi”ye… Acıbadem Hastanesi’nin Türkçe vizyonu (?) ile kenarda köşede kalmış bu “konbi”cinin aynı düzlemde ele alınması haksızlık olur elbette. Biri o kadar cafcaflı, albenili, renkli mi renkli ama gel gör ki bir yazım kılavuzuna bakmaya üşeniyorlar, diğeri tamir ettiği cihazın ismini dosdoğru yazamıyor. Her ikisi de asgari müşterekte pişpirik oynuyorlar. Renkli ve gri. “Kalorifer” ile “kombi”, olmuş mu “klorifer” ile “konbi”!

Üçüncü örneğimiz ise Hakan Şükür’ün 786 bin TL aldığı kurumdan: TRT’den; TRT’nin bir “futbol” programındaki altyazı bandında dil çıkarıyor. “Geniş özet” gibi deha ürünü bir sözü biz fânilere armağan eden bu nezih müesseseye nasıl bir ceza kessek acaba? Yanlış yazdığı her sözcük için banka hesabıma Hakan Bey’e bahşettiği toplam ücretin %1’ini gönderse kıyamet mi kopar Mr. Coppola?

TDK adlı müessese “özet” için şu tanımı vermiş: “Bir yazı veya sözün anlamını daha kısa ve özlü biçimde veren yazı veya söz, hülasa, fezleke, ekspoze: Romanın özeti. 2. sin. ve TV Filmin konusunu en kısa biçimde anlatan, bir senaryo çalışmasının ilk basamağı olan metin.” Bravo sizlere! “Geniş özet”, “dar özet”, “kısa özet”, “uzun özet”… Azat buzat, beni ahirette gözet!

Birkaç hafta önce Kızıltoprak’ta bir süpermarkette dört tekerlekli sepetimle ralli hevesimin ateşini söndürmeye çalışırken, “çok satar” standına benzer bir köşenin de tüketicilere sunulduğunu görünce frene bastım. Hafif mi hafif kitaplarla oluşturulmuş bir stant… Migros’un kitap stantları ağır kalır, o hesap! İçlerinde en ele gelenini, vasata yakın olanını karıştırmaya başladım. Daha sonra arka kapak yazısına göz attıktan sonra, bir de sondan başa bir tura geçecektim ki “senior”undan “junior”ına, mürekkep yalamışından ilkokul üçten terkine, hemen hemen herkesin çuvalladığı bir anlatım/ifade bozukluğunu görüp olduğum yere çakıldım. Reklamın kötüsü olmazmış, Mine Hanım. Bu kıyağımı da unutmayın!

“Ben okundukça kitap, sen okudukça insansın!” Düzelteyim: “Ben okundukça kitabım, sen okudukça insansın!” İki cümleyi bir batında çıkarmaya kalkıştığınızda çok dikkatli olmanız gerekir. Aksi durumda şöyle bir cümle karşılar sizi: “Ben okundukça kitapsın, sen okudukça insansın!” Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın Türkçe duygusundan nasiplenmemiş, hatalı ifadelerinin göze batmadığı bir edebiyat ortamında Carpe Diem bu yanlışı yapmış çok mu?

Ne demiştik? “Senior”undan “junior”una mı? Alttaki fotoğrafta ise Komili Bebe Şampuanı’nın “body copy”sini görmektesiniz.

(…) “bebeğinizin hassas saç ve saç derisinin sağlıklı gelişimine yardımcı olsun.” Olsun be! “[B]ebeğinizin hassas saçının ve saç derisinin sağlıklı gelişimine yardımcı” olsa nasıl olur, abilerim?

Sondan bir önceki tabelamızda ise İskender Pala’yı İngilizce “ve” imini savunurken görmekten hayrete düşeyazdığım “&” imine bakacağız. (Kırmızı dergisinin 26. sayısının 64. sayfasında “RYD konusu: ‘&’ huzurlarınızda ve!” başlıklı yazıma göz atmanızı rica ederim. D&R’larda, gazete bayilerinde hediyesi 2 TL!)

“İmam-cemaat” ilişkisi mi dersiniz, dersimiz “korelasyon” mu, orasını bilemeyeceğim ama tabelamızdaki kullanım muhteşem bir dil sentezini belgeliyor.

Şimdi de “GIDA & TEKEL” görselinin altındaki fotoğrafa bakalım. “İTÜ Kurtköy E10 tayfası” Kadıköy’deki Adapazarı Islama Köftecisi’nde çorba içmişler. Afiyet olsun! Ne yazık ki hâlâ -de bağlacının kullanımını öğrenememişler bizim İTÜ Kurtköy E10 taifesi! “Ya hocam, alt tarafı bir köftecinin masa altına not yazıyoruz, ona mı dikkat ediceez yani?” müdafaasını buna benzer cümlelerle yapacaklardır arkadaşlarımız muhtemelen. Oysa Türkçe yazarken (nerede olursak olalım, hangi iletişim aracını kullanırsak kullanalım) olabildiğince hassas, titiz ve dikkatli olmamız icap eder. “Cnm, nber, ok, muck, tşk” gibi “tasarruflu” bir iletişim dili almış başını gitmişken benimki “ükela moruk” muhabbeti gibi algılanıyor. Her şeye rağmen, meraklısı için -de bağlacının kullanım alanını nakledeyim: “Başlıca görevi, birlikte kullanıldığı sözcüğün kavramını daha öncekine katmak olan de bağlacı, kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır; ünlüsü, kendinden önceki sözcüğün ünlüsüne kalınlık-incelik yönünden uyar; ancak, bağlacın başındaki ünsüz değişmez: Ben de görüyorum. Ondan da isterim. Defter de gerek, kitap da… De bağlacı, adların durumunu bildiren -de ekiyle karıştırılmamalıdır. De bağlacı, bir sözcük olduğıu için ayrı yazılır; ek olan de ise bitişik yazılır ve bitiştiği sözcüğe ünsüz ve ünlü bakımlarından uyar: ev-de, yol-da, beşik-te, sokak-ta…”

Not: 18 Nisan 2011 itibariyle Kırık Potkal’ın “en çok” tıklanan/okunan/bakılan yazılarından biri “Tabelalar, Türkçe, Yazım Hataları vs. vs.” yazısı olmuş. Dile kolay, tam tamına 289 tık! 41,5 kere maşallah! Madem bu konuya özel bir ilgi var, o halde aşağıdaki linke kırmızı bir halı döşemek gerek: http://www.facebook.com/home.php#!/group.php?gid=47973265870